31 Temmuz 2009 Cuma

GÜLEN MARTI MARMARA ADASI SEYİR DEFTERİ - 2009

GÜLEN MARTI MARMARA ADASI SEYİR DEFTERİ-2009
Planlanan Rota :



Planlanan Seyir Takvimi, Güzergah Planı ve alınan notlar :





HAZIRLIK SAFHASI :
Kendi tadil ettiği minik yelkenli teknesi ile hemen her yıl Marmara Adaları gezisi yapan Naci DOĞAN hocamın anlatımları, burnumuzun dibindeki Marmara takım adalarının o eşsiz koylarını gezme isteğimi bir tutku haline getirmişti.  Hem sonra, yıllar önce, 2000 yılında, yine Naci Hoca ile yaptığım İstanbul-Gelibolu seyrinin tadı da damağımda kalmıştı. Bu seyehatin öyküsü Yelken Dünyası dergisinin Nisan 2001 sayısında yayımlandı. Ayrıca, www.yelkenci.org/gezinotlari.php?a=18  sitesinden de okunabilir.  Teknemin Gelibolu-İstanbul taşımasını karadan, İstanbul-Gelibolu seferini de denizden tekrarlamak için altyapı hazırlıklarım yıllarımı almıştı. Altyapı dediğim, Teknenin Belgelerinin tamamlanması, babamın arabasına  çeki tertibatı taktırıp, teknik şartnamesi ile ruhsatına işletilmesi ayrı bir yazı konusu olur. Ancak, ne yazık ki bu planım da bir türlü gerçekleşemedi. 
Bu uzun yılların hayali deniz seferi için hazırlık safhası, geçen bütün bir kış dönemini kapsadı neredeyse.  Her gün mesai bitiminde çıkmadan hemen önce ziyaret ettiğim  ikinci el dıştan takma deniz motoru satan internet sitelerinde ikinci el deniz motoru arayışlarım epey sürdü.  Sonunda aradığımı buldum; bir Cuma akşamı çıkarken incelediğim siteye yeni düşmüş tam aradığım niteliklerde,  faturalı, 4 zamanlı, 2003 model, 9.9HP gücünde bir motor.  Hep Honda marka olsun istiyordum ama kısmette Mercury varmış. Hemen motorun sahibini aradım. Ertesi gün oğlum Mehmet Akif ile birlikte Sarıyer’e,  motoru görmeye gittik. Niyetim olduğu için yanıma yeteri kadar da para almıştım. Baktım ki ağır bir motor; meğer o yıllarda 9.9’luk motorlar,  15’lik motor silindir hacmi ie (323cc) üretiliyormuş. Eski sahibine göre, ağırlığı göz ardı edilirse bu bir avantaj imiş; neredeyse 15’lik gücünde 9.9’luk motor almış olacaktım. Hem sonra Mercury için de değerlendirmeleri ilginç geldi;  Sahil Güvenlik’in bu markayı tercih etmiş olması iyi bir testten geçirilmiş makine markasına işaret ederdi.  İkna oldum; pazarlık yapıldı ve kafamda geçen makul bir rakama motor alındı. Faturasının arkasına Alım-Satım Sözleşmesi yazılıp karşılıklı imzalandı. O da ilk sahibi değilmiş; noter devir teslimi için beni ilk sahibi ile görüştürdü; randevulaştık. Ve motor artık arabamın bagajında. Bir hafta sonra Noter devri için eski sahibi ile Mecidiyeköyde buluştuk. İşimiz kısa sürede hallolur diye düşünüyordum; üstelik de Noter sakindi. Ama gelin görün ki işimiz uzun sürdü de sürdü. Meğer, bir deniz aracı devir teslimini ilk defa yapıyorlarmış; ellerinde örnek format olmayınca, Noter Yardımcısının aramadığı yer, bakmadığı mevzuat kalmadı. Sonra bir form belirledi de devir teslim yapılabildi. Devir faturasına göre yapıldığından bu defada tutturdu fatura değerinden aşağı olamaz diye. İtiraz edilirdi ama artık bekleme gücümüz kalmadığından çaresiz razı olduk; o da bu vesile ile noter masrafını arttırmış oldu.  Bu arada şunu da önemle belirtmeliyim ki, deniz araçlarının devir teslimi Temmuz ayından itibaren Liman Başkanı huzurunda yapılmaya başlandı; artık Noterlerle işiniz olmayacak.
Motor alımı en önemli yekünü oluşturduğundan diğer hazırlıklara başlayamamıştım. Motordan sonra diğer hazırlıklarım da hızlandı. Önce bir Tedarik Planı hazırladım ve adım adım hazırlıklarımı tamamlamaya başladım. Gezi Hazırlık ve Tedarik Listesi amatör denizcilere bir referans olması için aşağıdadır.


2000 yılında yaptığım seyehatte, ikinci el aldığım teknenin ne resmi evrakı ne de benim Denizci ehliyetim vardı. Zaten o tarihlerde Denizlerimizde bunları arayan da yoktu. Ama sonrasında Avrupa Birliği yolunda küçük büyük tüm teknelerden belgeleri ve emniyet tertibatı ile kaptanından ehliyet aranmaya başlanmıştı.  Aranmaya başlanmasıyla birlikte de bir çok kişinin bu yolda ağzı çok ağır cezalarla yanmıştı;  ancak, belge almanın kolaylıkları yoktu. Mesela, ikinci el deniz araçlarının nasıl belgeleneceği bilinmiyordu. Denizcilik ehliyetini Liman Başkanlıkları veriyordu vs.  Başka mevzularda, Devlet kapısında yıllarca verdiğim uğraşlar beni de ürkütmüş olmalı ki uzun süre belge eksiğimi tamamlayamamıştım. Neyse ki Amatör denizcilerin, dernekler ve Federasyon aracılığı ile yaptığı mücadele belge tedarikindeki muğlaklığı giderdi.  Mesela, eskiden Tarım Müdürlükleri tarafından Balıkçı Teknesi olarak belgelendirilen teknem için, artık “Özel Tekne Belgesi” isimli bir belge türetildi ve Liman Başkanlığı tarafından verilmeye başlandı. Sonra, Medeni Kanundan hareketle zilliyeti ispat edilebiliyorsanız (örneğin Muhtardan, o aracın uzun yıllar sizin kullanımınızda olduğunu  Sahiplik Belgesi onaylatarak teyit edebilirsen) Liman Başkanlığından Özel Tekne Belgesi (ÖTB) alabilmenizin yolu açıldı. Belgenin arkasında Zorunlu teçhizat ve tavsiye edilen emniyet teçhizatı listelendi. Bu çok önemli; mesela eskiden küçücük bir teknede 5-6 bin dolarlık emniyet teçhizatı bulundurmanız gerekiyordu vs.   Sonra, Amatör Denizcilik Federasyonu kuruldu ve sıkı bir imtahanla Amatör Denizci Belgeleri (ADB)  bu federasyon aracılığı ile verilmeye başlandı. Denizin B sınıfı ehliyeti gibi bir şey.
Ben de önce Teknem için ÖTB aldım. Hoş devlet baba bugün git yarın gel’lerle bütün açıklığa rağmen yine de beni epey uğraştırdı. 4,25 Mt. Boyunda ceviz kabuğuma gemi muamelesi yaparak Sörveyler ölçüme tabi tuttular ve tonilotası belirlendi. İkamet ilmuhaberine göre işlem yaptıklarından; benim de ikametim İstanbul olduğundan, Babamın üzerine işlemleri gerçekleştirebildim.
               Sonra, Amatör Denizcilik Federasyonunun çıkardığı ve Özel Teknelerde de bulundurulması zorunlu olan Amatör Denizci El Kitabından sıkı bir ders çalışması ile Ataköy Marinada konuşlu Amatör Denizcilik Federasyonununda (ADF), Amatör Denizci Belgesi (ADB) imtihanına girdim. Bilgisayar ortamında ve harita üzerinde ölçümler, mevki koymaların da bulunduğu imtihanı daha ilkinde geçtim. Evveliyatımdan gelen pratik olunca nazari bilgilerle bağdaştırmak kolay oluyor; yoksa imtihan epey zorluyor. Bilgisayar ortamında olunca; imtihanın bitişinde sonuçlar hemen açıklanıyor. Yanımdaki kişinin  üçüncü girişinde de kıl payı kaybettiğini görünce, halime şükrettim.
               Belgeler tamamlanınca başladım diğer eksikliklerimi gidermeye. Bir Kontrol ve Tedarik Listesi hazırlamıştım. Bu liste hem edineceğim malzemeleri unutmamamı, hem de maliyetlerini çıkarmama yardımcı oldu. Listede bir de “Yapılacaklar” bölümü vardı ki; o da benim hafta sonlarında Gelibolu’ya gidip, orada tekne üzerinde bizzat çalışmamı gerektiriyordu ve epey de zaman alıyordu. Zaman alması biraz da benim iş yapma tarzımdan kaynaklandı herhalde.  “Kırk kere ölç, bir kere biç” sözünü severim;  böyle olunca uzun süre kafa yorup, sonra icraata geçmek icabetti. Örneğin tente için çok uğraştım. Lalizas marka krom iskeletini Naci hoca vermiş ve “Teknene nasıl uyduracaksın bakalım, göster kendini” demesi üzerine, artık benim alalade bir işçilik yapmam mümkün mü? Başladım, ölçmeye biçmeye, üzerinde kafa yormaya. En sonunda, orijinal ama çok  oynak; ayarlaması çok zor plastik bağlantı parçalarını kullanmamaya karar verdim. Yerine krom dirsekler aldım. Krom malzemeye diş çektirmesi ise bir mesele oldu. Tam üç ayrı yerde diş çektirmeyi tamamlayabildim. Krom malzeme hemen sıvaşıyor ve aparatı zorluyor. Tornacı düz parçaların dişlerini kolayca çekti ama kavisli parçalar tornaya girmediğinden iki ayrı su tesisatçısında işimi ancak tamamlayabildim. Bir de, 45 derecelik kıvrımın tam ters yöne çevrilmesi gerekti. Bunun için de yine kısıtlı aparatlarım olduğundan özel teknik kullanmam gerekti. Mesela borunun düzgün kıvrılması için, içine ince kum doldurup çıkışlarını kapattım. Kıvrılacak noktayı ısıtarak yavaş yavaş kıvırmayı gerçekleştirdim. Hafif yassıma olduysa da neticede kıvrım düzgün bir şekilde gerçekleşti. Bu kıvırma tentenin üst kenarında 30 cm.lik ilave genişleme sağladı bana. Ve tabii ki daha geniş gölgelik. Sonra tekneye montesi ve tente kumaşı tedariki. Eksik ölçmeden, daha doğrusu kenar ilavesini sonradan düşündüğümden ortaya çıkan ilave kumaş ihtiyacı ile Kumaşçının peşine düşmem hep ayrı mücadele konusu. Bir pazarcıdan aldığım kumaşın devamı için gittiğimde, o topu o hafta yanında getirmediğini öğrenmenin sıkıntısı. Bir sonraki Pazar yerini öğrenme ve kumaşçının peşine düşme. Neyse ki bu defa buluşabildik. Sonra, Anacığımın Lada marka el dikiş makinasında tentenin dikilmesi. Annemin Babası, rahmetli Mehmet Emin Dedem 1955 yılında ırıp çekerek  kazandığı para ile alıp, anneme hediye ettiği Lada marka dikiş makinası. Siz Lada’yı  sadece otomobil üreticisi zannederdiniz  değil mi? Bak dikiş makinası da üretmiş. Benim çocukluğum o makinanın başında annemin dikiş dikmesini seyretmekle geçti neredeyse. Ailenin hemen her giysi ihtiyaçları o makinada dikilirdi; ben de oturur başına annemi seyrederdim. O zaman Lada dikiş makinası evimizin tek teknolojik aletiydi. Annemden kaçamak, oturur başına dikiş dikmeye çalışır; o ara yakalanır ve bir sürü zılgıt yerdim. Bir kazaya kurban gidip, elimi dikmemden korktuklarını anlamazdım ya da işime gelmezdi herhalde. İşte o makinanın kumaşa göre ayarlanması ve yavaş yavaş önce ölç sonra dik ile hazırlıkların uzaması…
               22 Temmuz Çarşamba günü çıkmayı planladığım sefere ancak 25 Temmuz Cumartesi öğle vakti çıkabildim. Cumartesi sabahı evimizin bahçesinde römorkunun üzerindeki teknemin içine malzemeler yerleştirildi ve tekne Babamın traktörü ile çekilip, denize atıldı. Sonra deniz üzerinde de bir takım hazırlıklar; direk dikilmesi, armanın donatılıp neta edilmesi vb. 3 bidon (60 Lt) Benzin ve 1 bidon (kullanma suyu) başaltına yerleştirildi. Uygun ölçülerde bidon bulmak için İstanbul’da ne koşturmuştum. Musluklu kullanma suyu bidonu çok uygun du ama, başaltına yerleşme yüksekliğindeki benzin bidonlarının ağzına marpuç ayarlayamamıştım. Babamın tavsiyesi ile yanıma şeffaf boşaltma hortumu alarak ihtiyacı giderdim. Ama yine de marpuç olsaydı motorun deposuna benzin aktarma kolay olurdu. Neyse yükseklikleri tam başaltı yüksekliğindeydi ve ayak altından kalkmıştı ya bu da yeterdi. Hem sonra öyle milimetrik yerleşti ki dalgalı havada çapariz vermesi ve yerlerinden oynamaları da mümkün değildi. Bir başka faydası da şu oldu; yeni motorumun ağırlığı fazla (50 kg.), ayrıca teknenin arka bölümünde de mürettebat olarak bizlerin ağırlığı var; dolayısıyla kıç bölümü fazla batıyordu. Baştaki bu ağırlıklar tekrnenin dengesini sağladı. Dalgalı denizde bu stabilite çok işe yaradı.
Yiyecekleri iki meyve kasasında toplayarak kamaranın içine yerleştirdim. Uyku tulumu, uyku padleri, haritalar vd. malzeme de kamaraya yerleştirildi ki ayağımızın altında bir şey kalmasın. Kamaranın dolu olması bu alanı gecelemek için düşünmediğimizden pek problem çıkarmadı. Zaten sıcak olan havada kamara içinde gecelemek sıkıntılı olacağını değerlendirerek, gece istirahatlerini havuzlukta yapabilmek için tenteye kenar ilavesi düşünmüştük. Çok da iyi olmuş.
Vira Demir  (25.07.2009 Cumartesi 12:30)
25 Temmuz Cumartesi saat 12:30 sıralarında Babama el sallayarak vira demir edebildik. Burhanlı – Gelibolu güzergahında yanımızda çocuklar da vardı. Kendilerine daha önce tedarik etmiş olduğumuz can yeleklerini giyerek bizimle oldular. Bir hafta süre ile çocuklardan uzak kalacağız. Geçen bir haftada da hazırlıklarla meşgul olduğumuzdan onları denize çıkaramamıştık. Seferin başında deniz üzerinde birlikteliğimiz çocukları çok memnun etti. Bir buçuk saatte Geliboluya ulaşabildik. Hava gayet mutedil. Gelibolu da çocukları Aneannelerine bırakıp tekrar yola çıksak biraz daha vakit harcanmış olacağından,  akşama kadar  Şarköy’e ulaşmakta güçlük çekeriz diye düşündüm ve o akşamı da Gelibolu da geçirmeye karar verdim. Böyle olunca Gelibolu sahillerinde gezmek için epey vakit kaldı. Liman – Hamzakoy arası harikadır Gelibolu’nun; doya doya buraları gezdik, fotoğraflar çektik.
Bayan Meteoroloji
              Kızım Nergis bu seyehat boyunca meteorolojik bilgileri bize ulaştırmakla görevlendirilmişti. www.meteoroloji.gov.tr adresinden “Denizler İçin 3 Günlük Hava Tahmini” menüsünden bize hergün bilgi aktardı. Bu adresten hakikaten çok istifade ettik; verdiği bilgiler neredeyse yüzde yüz doğruydu. Ertesi gün için hava öğleye kadar 2-4 kuvvetinde, öğleden itibaren ise Marmara’da havanın 3-5’e yükseleceği yazıyordu.
               Yolculuk başlıyor (26.07.2009 Pazar 06:30)
Erken hareket edersek öğleye varmadan Şarköy’e varırız diye 26 Temmuz Pazar sabah 06:30’da demir aldık. Deniz sabah saatlerinde hep çok sakin olur. Böyle mutedil havada seyehatin de tadına doyulmuyor. Gelibolu’nun Dikilitaş mevkiindeki  yazlıklar geçilene kadar gayet sakindi deniz. Kahvaltımızı bile yolda yaptık. Ve o sakin ortamda Marmara adaları ve koylarına ait alabildiğine hayaller kurduk. Ne zaman ki açık deniz karşımız da göründü, başladı serpintiler. İnsanın gözüne  gözüne giriyor tuzlu su parçacıkları. Hava poyraz, rüzgar üzerine gidiyoruz. Motor tıkır tıkır çalışıyor Maaşallah. Rüzgar ve dalga üzerine giderken deniz serpinti üretiyor. Kamaranın yüksekliği bir kısmını önlüyorsa da dümendeki beni etkilemeye başladı. Hanım kamaranın kuytusunda. Ben de hemen dümen uzatma kolunu ekleyerek kamara kuytusuna sığındım. Dümen uzatması orijinalinden alınan fikirle benim tarafımdan imal edilmiş bir aparat. Karaköy’den 50 mm çapında 110 cm uzunluğunda aldığım alüminyum borunun bir ucunu kıl testere ile dikine 10 cm kadar yaprak yaprak doğradım; üzrene de 2 adet NiCr kelepçe taktım. Alüminyum boruyu  dümen tutamağına geçirip kelepçeyi sıkınca dümen uzamış oluyor. Bir nevi uzaktan kumanda yani. Aklıma 1980’lerdeki uzaktan kumandalı televizyonlar geldi. Kanallar artmaya başlayınca bu kumandalar önem kazanmıştı. Uzaktan kumandası olmayan da eline uzun bir çubuk alarak oturduğu yerden kanal değiştirebiliyor; bu da ana haber bültenlerine mizah konusu oluyordu.
Eğitim Şart
Hanım, yüzme yardımcıları ile denizde yüzebiliyor ama çok iyi yüzücü değil. Onun için emniyet ve güvenlik araçlarını kullanması önemli. Şakin sakin seyrederken bir taraftan eğitim ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Can yeleği nasıl takılır çıkartılır; kaptan denize düşerse nasıl davranılır, motora nasıl komuta edilir vb. Bu eğitim konuları için bir de mini eğitim videoları hazırladık.  
İlk Mola
Serpintilerden rahatsız olup; denize uzanmış bir İncir ağacına bağlanarak ilk molayı verdik. İncir ağacı bir tatil sitesinin plajının yanında hoş bir yer. Islanan giyeceklerimi değiştirdim. Bilmiyorduk ki sabah maruz kaldığımız serpintiler, öğleye doğru maruz kalacağımız serpintilerin yanında gül suyu ile yıkanmış kalır…  Mola verdiğimiz yer tam bir koy olmasa da dalgalara kapalı sakin bir nokta idi. Ancak biraz ileride açıklarda kuzucuklar kendini hissettirmeye başladı. Öğleye doğru beklediğimiz fırtına yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Epey deniz yiyeceğimiz belli olunca ben yağmurluğumu çıkardım. Ve yola koyulduk. Biraz açılınca serpintiler başladı; hanım kamarada kuru yerde. Ben dümendeyim; artık kamara kuytusu da işe yaramıyor. Onun için uzatma parçasını çıkartıp motorun yekesine sarıldım. Yağmurluk epey işe yaradı; yağmur gibi serpinti gelmesine rağmen ıslanmıyorum. Yalnız yüzüme vuran tuzlu su gözlerimi müthiş yakıyor. Bir dahaya kenarları olan bir gözlük tedarik edeceğim.
Sığ Sular
Ortaköy’ün altlarında biraz hava düştü. Sahilde bir hayvan çiftliğinin varlığı gözüküyor. Yüzlerce büyükbaş Hayvan sahile salınmış, otluyorlar. Kimisi de kumlarda yuvarlanıyor. Hemen ilerisinde binlerce martı sahile konmuş güneşleniyor. Harika bir görüntü.  Hanım bir taraftan fotoğraf çekmeye çalışıyor. Tüm seyehatimiz içinde en sakin anlarımızdı denebilir. Gayri ihtiyari sahile yaklaştım. Birden motor sarsıldı; meğer 100 metre açıktayız ama deniz alabildiğine sığmış. Haritaya da bakmadığımızdan gafil avlandık. Neyse ki dip kumluk; motor da kilitli olmayınca, dibe değer değmez geriye doğru bir açı yapıyor ve yükseliyor. Tecrübe mühim. Yıllar önce kilitli kullandığım White Head marka İtalyan makinem seyehat esnasında dibe çarpıp; kilitli olduğundan geriye doğru salınıp hareket edemediğinden, brakete bağlı noktasından döküm bir parçası kopmuştu. O tarihten sonra ileri yolda motoru kesinlikle kilitlemem. Ne demek kilitlemek; bir kol var onu indirdiğinizde, geri vitese takıp tornistan hareket etmek istediğinde motor havaya kalkmıyor; kilit onu tuttuğundan geri hareket sağlanıyor. İşte bununu için kilidi sadece tornistan harekette kullanmak gerekiyor. Sair zamanda ileri yolda kilit, sığ sularda özellikle büyük problem çıkartabiliyor.
Haritada Doğanaslan bankı denilen yerde, burundan epey içeride denizin içine Fener yapılmış. Bu bölgeler sığlık alan; ancak benim teknemin draftı düşük; motorla seyehat ettiğimden seyyar salmayı da kullanmıyorum; dolayısıyla bir buçuk metre derinlikte rahat seyredebiliyorum. Salma takılı ise ilave bir derinlik gerekiyor; altımda en az iki buçuk metre  deniz olması gerekir.
Doğanaslan bankını geçince bir tatil sitesi görünüyor; Şarköy’den epey uzakta ama arkası çamlık, küçük de bir girintide olduğundan çok dalga almıyor. Hava uygun olsaydı buralarda mola vermek isterdim ama öğleye kadar Şarköy’e ulaşmayı hedeflediğimizden koylarda mola hayalimizi Marmara adalarına bırakıyoruz.
İnce Burun
Karşıda İnce Burun gözüküyor. Ne zaman Şarköy’e varırız diyen eşimi, şu burun kaldı, onu dolaşınca Şarköy’deyiz diye oyalamaya çalışıyorum. Bir taraftan da serpinti yiyoruz. Onun için hanım kamarada bulunuyor. Esintinin serinliği olsa da güneşli havada kamarada olmak epey bunaltıcı oluyor. Yüzme bilgisi çok iyi olmayan  Hanımın böyle bir seyehatte bana eşlik etmeye cesaret etmiş olmasını çok önemsiyorum. Onun için, onu ürkütmemek için elimden geleni yapıyorum.  Dalgalar artınca bakıyorum kendiliğinden can yeleğini takıyor. Normalde can yeleği ile bulunmak çok sıkıntılı oluyor. Hava ve dalga durumu takip edilerek çok iyi yüzücü olunsa bile can yeleği takmak önemli bir davranış tarzıdır.
İnce buruna yaklaşıyoruz; burun istikametindeki dalgaların yüksekliği karşıdan  fark ediliyor. Orta süratle o dalgalara girdik ve başladık kuvvetli şamar yemeye. Hatta bir tanesi sancak baş omuzluktan öyle geldi vurdu ki dalga üzerimizden geçerken, kamaranın ön sancak tarafındaki pleksi pencereyi  içeriye doğru göçürdü. Dolayısıyla dalgalar kamaraya girmeye başlayınca hanım oldukça ürktü. Ben arkada dümenden ayrılamıyorum. Bir taraftan bu dalgaların normal olduğunu, bir sıkıntı olmayacağını, burunu dolaşınca sakinleyeceğini telkine çalışıyorum. Ama burun istikametine gelince, çok ilerilerde gözüken Şarköy’e kadar, önümüzün Marmaradan gelen rüzgarlara açık ve iyi dalga kabartan uzun bir sahil olduğunu görünce, bu sallantının daha başında olduğumuzu fark ediyorum; fakat hanıma da renk vermemeye çalışıyorum.
İnsanoğlu sakinliğini koruyabilirse en kötü durumda bile hızlı bir durum değerlendirmesi ile doğru davranış tarzını bulabiliyor. Dediğim gibi paniğe kapılmamak çok önemli. Paniğe kapılmamak için de, insanın kendine “Evet kötü bir durum var ama şu anda görev bende ve işimi en doğru şekilde yapabilmem için paniğe kapılmamam lazım… “ şeklindeki telkin, sakinleştiriyor. Bu amansız dalgalarla boğuşurken doğru davranışı çabuk buldum. Dalga ne kadar yüksek olursa olsun, teknenin başı dalgayı baştan veya baş  omuzluktan alacak ve dalgaya girerken sürat birden düşürülecek. Böyle yapınca teknenin başı dalgaya doğrudan girmiyor; dalga ile birlikte yükselerek, dalgayı aşıyor. Dalgadan inerken sürat tekrar eski haline yükseltilebilir. Bu şekilde her dalgayı takip ederek ilerlemek Kaptan için çok yorucu ve sürat da çok düşük oluyor ama başka alternatif de yok ki. Teknemizin başaltındaki 60 litre benzin ve 20 litre su teknenin stabilitesini sağladı. Her ne kadar baş biraz battı ve bu dalgalara girerken bir dezavantaj olsa da; tekne,  ağır bir tekne gibi davranarak denge kazandı.
Bu sıkıntılı seyehat esnasında, okuduğum denizcilikle ilgili makalelerden ve  Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata” romanından olsa gerek, aklıma dalgalarla boğuşan denizcilerin limana döndüklerinde yolda yaşadıkları bütün sıkıntıları bir anda unuttuğunu düşünerek; acaba Şarköy limanına vardığımızda bizde bunları bir anda unutacakmıyız diye aklımdan geçiyor.  
Artan rüzgar baş ıstralyaya sarılı flok yelkeni çözdü ve baş  tarafta sağa sola çarparak çapariz oluşturmaya başladı. O dalgada ben dümeni bırakıp başa  geçemiyorum. Neyse biraz ileride bir yazlığın plajında dalgalara baş vererek ve motoru  rölantiye   alıp çok süratli davranarak kamara üzerinden öne uzanıp, flok’u bağlayabildim. Flok biraz yırtılmış. Dalgalı havada tüm malzemelerin neta edilmesi hatta camadan bağı ile bağlanarak sabitlenmesi çok çok önemli. Flok’un yırtılmasını göz ardı etsek bile, sıkıntılı bir havada sağa sola sallanarak ses çıkartan malzemeler müthiş moral bozuyor.
Burası kalmak için müsait değil. Her ne kadar bir yazlığın plaj önü olsa da, açık denizden kopup gelen dev dalgalar sahili dövüyor. Böyle bir alanda yazlık niçin alınır ki. Neyse, yola devam kararı aldık; zaten yapacak bir şey yok. Ama bir taraftan da kamaraya sığınmak durumunda kalan hanım oldukça tedirgin. Artık mola vermek için yer arıyorum. Biraz ilerde hafif bir burun var; onun kuytusunda balıkçıların ağ için yaptıkları iskele dikkatimi çekti. İskele var da, sağında solunda büyük dalgalar patlıyor. Burayı yapanlar nasıl kullanmışlar bu iskeleyi bilmem. Sonra bu tipte yapılmış epeyce iskeleye rastladım Şarköy taraflarında. Karaya, birbirine eklenmiş ve tek direkler üzerine monte edilmiş kalaslarla bağlanıyor. Üzerinde yürümek için cambaz olmak lazım; tansiyonunuz varsa binmenizi tavsiye etmem. Keçi yolu gibi bir şey. Bir ayçiçeği tarlası önündeki bu iskeleye yanaştım; dalgalar düşmüyor; fakat yapacak bir şey yok, bağlanmalıyım. İskeleye aborda olmak mümkün değil; tekne iskelenin demir direklerine vura vura parçalanır yoksa. Hemen denize atladım. Baştan bir halatı iskelenin en uçundaki direğe bağladım. Hemen iskeleden  de uzaklaştırdım ve çapraz açığına 12 kg.lık ağır demirimi attım. Tekne ne iskeleye yanaşabiliyor ne de açılabiliyor. Kıçtan da bir halat alıp karaya bağladım. Tekne bu halde dalgalarda deli gibi inip inip çıkıyor. Yapacak bir şey yok, denize inerek karaya çıktık. Kamaradaki ıslanan malzemeler de karaya taşıdım. Giyeceklerin çoğu, uyku tulumları hatta yiyeceklerin bir bölümü ıslanmış. Malzemeleri ayçiçeklerinin üzerine sererek kurumaya bıraktık. Üzerimizi de kuru bulduğumuz giyeceklerle değiştirdik. Biraz istirahat ettik, öğle yemeğimizi yedik. Ben tekneye geçerek üst kenarı göçen kamara camını tornavida ile yerine yerleştirdim. Kuvvetli dalgada sallanırken zor oldu ama neticede başardım. Teknenin içi neredeyse bir karış su dolmuştu. Bu suyu tahliye ettim. Babam yolda sürekli aradı sağolsun. Bir ara denizde çekmeyen noktadan geçtik herhalde ulaşılamaz olunca çok endişelenmişler. Arayınca rahatladılar. Tabii onları üzmemek için bulunduğumuz noktadaki şartları tam olarak ona aktaramadım.
Biraz ilerimizdeki buruna birkaç araba geldi. Denize girenler, balık tutanlar var. Görüştük; meğer günlük olarak İstanbul’dan gelmişler. Böyle dalgalı deniz için ikiyüz km. neden katedilir ki. Buruna yürüyüp arka tarafını gözledim, bir km. kadar ileri de bir tatil sitesi ve önünde barınak görülüyor. Barınakta da epey tekne gözüküyor. Ben bulunduğumuz noktada karada gecelenebileceğini ancak teknenin bağlı olduğu noktada dalgalardan çok hırpalanacağını düşünüyorum. Bir alternatif de biraz daha dalga yemeyi göze alıp bu tatil sitesinin barınağına sığınmak. Hanım bulunduğumuz yerde kalmaktansa bu tatil sitenin barınağına gitmemizi tercih edince anladım ki deniz onu tam korkutmamış. Cesareti beni sevindirdi. İkindi namazını kıldıktan sonra baktık ki denizin de düşmeye hiç niyeti yok; eşyalarımızı tekneye taşıdık. Hanım bindi. Ben de denizin içinde, kontrollu olarak; önce kıç halatı çözdüm; sonra iskeleye bağlı baş omuzluk halatını topladım; demir halatının bir kısmını toplayıp,  motoru rölantide çalıştırdım.  Demiri havuzluğu elimle koyup tekneye atladım; ama bacaklarımı nereye çarptı isem, çiziklerle yaralanmışım. Hemen motora ileri yol verince kontrol bana geçti. Rahatladım. İnce burundan bu noktaya gelene kadar edindiğim tecrübe ile tekneyi yavaş ama dalgalar havuzluğa serpmeyecek şekilde sürmeye başladım. Hedeflediğimiz noktaya, tatil sitesinin barınağına yaklaşınca hüsrana uğradık. Barınak, dalgaların etkisiyle kum dolmuş; bağlı gözüken tekneler de meğer baştan kumun üzerine çekilmiş duruyor. Hem de oldukça rüzgar alıyor. Teknenin tentesini açıp, içinde konaklamak için kenarlarını indirmek bu rüzgarda mümkün değil. Şarköy, uzakta ama karşıda görünüyor. Dalgalı denizde motorla nasıl ıslanmadan seyehat edilir onun tecrübesini de kaptık; hızlı bir durum değerlendirmesi ile pruvamızı Şarköy’e çevirdik. Bu kararımda hanımın denize kötü bir tecrübe ile de olsa, dalgalara alıştığını görmem etkili oldu. Pruvamızda Şarköy ağır ağır ilerliyoruz. Artık iskelemizde önce seyrek sonra sık sık tatil siteleri  görülüyor. Epey açığımızda bir balıkçı teknesi, sallan yuvarlan balık tutuyor. Bize de güven geldi. Şarköy’e gittikçe yaklaşıyoruz ama akşam da olmak üzere. Sahil alabildiğine uzun; hava düzgün olsa buralar alabildiğine dolu olurdu. Bu dalgalı havada tek tük de olsa denize girenler var. Hatta bizimle aynı istikamette sahile paralel yüzen bir yüzücüye rastladık. Karşıda büyük bir liman gözüküyor. Biraz sonra kuytusuna girince denizin de süt liman olduğunu gördük. Saat tam 20:00’da kırmızı ve yeşil fenerin arasından limana girdik. Şöyle bir turladım, Limanın en kuytu noktasını arıyorum. Baktım ahşap bir yelkenli teknenin yanı boş ve limanın balıkçı malzeme odalarının önüne, rüzgara kapalı bir noktaya kıçtan demir atıp,  baş verdim. Hemen baştan iki halatla bağlayıp, derin bir nefes aldık. Tenteyi açıp, kenarlarını indirince havuzluğumuz geniş bir kamaraya dönüşüyor. Bu seyehatte çok ıslanmamıştım ama yine de üzerimi değiştirdim. Havuzluktan güneşin batışını seyrederken fotoğrafla da tespit ediyoruz. Kamara kapısı havuzluktaki karşılıklı oturakların üzerine konulduğunda yemek masasına dönüşüyor. Çakmakgaz ile çalışan minik tüpümüz sucuklu yumurtayı pişirmeye başladı bile. Arkada Motorun kolunun üzerine  20 litrelik temiz su bidonunu bağladım; musluğunu da denize doğru verdim. Kullanma suyumuz hazır hale geldi. Sofra donatıldı ve gönül huzuru ile yemeğimizi yedik. Sanki o gün, öğle saatlerinde denizden hiç şamar yememiş gibi. Sakin limana giren denizciler gün içinde denizle boğuşmalarını hemen unuturmuş ya; bizim için de aynen öyle oldu.
Tekne’de İlk Geceleme
Kenarları indirilmiş Tente, dışarıdan bakıldığından Teknenin esteteğini bozuyor, gecekondu gibi gözüküyor. Ama, görüntüsünü bir tarafa bırakıp işe yaramasına bakarsak 10 üzerinden 8 verilir. 2 puanı amatörce kesimine ve kenarlarının birleşmesinde onlarca çengelli iğne kullanılmasından kırıyorum. Halbuki kenarlarına dikerim diye bir rulo beyaz cırtcırt almıştım. Ama hazırlık safhasını uzattığından bunun ayarı ve dikilmesinden feregatte bulunmuştum. Neyse bu haliyle de çok işe yaradı. Teknenin iki kişilik bir kamarası var ama sıcak ve rutubetli ortamda burada kalmak sıkıntılı olacaktı. Halbuki havuzluk gayet havadar bir mekan oldu. Havuzluğun iki tarafındaki bir adam boyundan uzun oturaklar da uyuma alanı oldu. Oturaklar biraz dar geldi; telafi etmek için aynı hizada küreklerimizi yerleştirdim. Üzerine de uyku pedlerimiz serildi. Onun üzerine uyku tulumu. Ancak uyku tulumu da sıcak gelince yanımıza aldığımız pikeler yeterli geldi. Yorulmuşuz  hemen uyuduk. Sabah ezanı bizi uyandırdı. Deniz şafak vaktinde daha sakin ve harika  oluyor.  
Şarköy’de İlk Kahvaltı (27.07.2009 Pazartesi)
Minik gaz ocağımız yanmaya başladı, üzerinde çay kaynıyor. Bakalım 120 gr.lık tüpü bizi kaç gün idare edecek. Yanımızda dört adet de 300 gr.lık yedek çakmakgaz tüplerimiz var. 1990 yılında Artvin’de olduğum dönemde rahmetli Özal Sarp sınır kapısını açtığında Türk Cumhuriyetlerinden bavul turizmi için turistler gelmeye başlamıştı. O tarihte ilk defa gördüğümüz ve hayretle incelediğimiz tüplü otomobilleri ile gelen turistler bavullarını açar ve getirdiklerini bize göre çok ucuz fiyatlara satıyorlardı. Onlarda çok ucuz olan gaz, tüplü hale getirdikleri otomobillerini, bir dolu depo ile Türkiye’ye getirip, geri götürdüğünü duyunca çok hayret etmiştik. Türkiye’de de yaygınlaşan gaz; beraberinde gazlı otomobillerle bizi de tanıştırdı son dokuz on yıldır. Neyse, o tarihte bavullarla gelen eşyaları bir bir inceler bir iki dolara eşya kurtarırdık. Evet tabir de buydu, eşya kurtarmak. Sen bugün ne kurtardın, ben ne kurtardım muhabbeti yapardık. Alışveriş için ilk şart “Ran demi dolar?” tabirini öğrenmekti; yani “Bu kaça?” demeyi. Sonra el işareti ile dolar pazarlığı başlardı; o iki isterse sen bir verdiğinde pazarlık genelde biterdi. İşte böyle bir pazardan almıştım ilk kampcı tüpümü; 2 dolara. Bugünün parası ile 3 lira yani. Ocak dağcı ve kampcılar için yapıldığından çok kompakt ambalajlanmıştı. Silindirik bir dış kabı içinde benzinli bir ocak ve iç içe giren, kulbu takılabilen alüminyum kabları. Küçüğünü altta, büyüğünü üstte kullandığınızda çaydanlık oluyor. Ocak benzinli ve pompa ile içine basınç yapınca çalışıyor. Çalıştırma usulünü dil sorunundan dolayı satandan öğrenemedim. Sonra uğraş bakalım deneme yanılma usulü ile. O tarihte askerim; levazımcıların bu usülde çalışan ocakları car; onlardan yardım istedim. Yanımızda yangın söndürücü ile deneye deneye usulünü kaptık. Ama birkaç kere de parladı; yangın söndürücü ile söndürebildik. Sonra uzun yıllar bunu kullandım ama yakılması sorunlu oldu hep. Üstelik iyi ayarlayamazsan is yapıyor ve kapların altını kirletiyordu. Sonra, benzinli ocak kullanımı tehlikeli de oluyordu. Daha sonra Sivas’da avcılığa meraklandım bir dönem, Av dükkanında Japon Tokai marka çakmak gazla da dolabilen bu ocağı bulduğumda hemen aldım. Eski ocağın kapları ile kullanmaya başladım. Bu ocak hafta sonları müdavimi olduğumuz pikniklerde de çok işe yaradı. Temel işlevi çay yapmanın yanında bize ne sucuklu yumurtalar, ne melemen’ler pişirmiştir. Ocak, son seyehatimiz de kullandığımız kadar hiç bu kadar kapsamlı kullanılmamıştı. Bu defa, çay ve sucuklu yumurtanın ötesinde makarna ve hazır çorba’da yaptık onda.
Şarköy’de Gündüz ve Gece
Bulunduğumuz Liman sosyal ihtiyaçlar için nefis bir yer. Hemen ilerimizde Sahil Güvenlik var; dolayısıyla güvenli bir yer. Şehrin tam ortasında, çarşıya iki adım. Liman ağzında çeşme, lavobolar, balık ekmekçiler, büfe vs. her şey mevcut. Önce hem çarşıyı tanıyalım hem de küçük ihtiyaçlarımızı giderelim diye çarşıya çıktık. Dediklerine göre kasabanın nüfusu yaz aylarında altı kat artıyormuş. Ancak bu kalabalık gündüz vakti çarşılarında çok dikkat çekmiyor. Ne zaman ki akşam oluyor; hareketlenme başlıyor. Burası sanki Bodrum; sahil plajlar, hemen gerisinde yürüyüş güzergahı var. Akşam saatlerinde bu güzergahta bir kalabalık başlıyor ki neredeyse sabahlara kadar sürüyor. Bir gece saat 03:30’da uyanmıştım; baktım teknenin başında konuşmalar var. Bir karı koca ellerinde çekirdek bizim teknenin küçük ama usturuplu bir tekne olduğundan bahsediyorlar. Hareketlilik sabahlara kadar sürüyor. Gündüz muhtemelen plajlar doluyordur ama bizim orada bulunma gerekçemiz havanın bozuk olması olduğundan; dalgalı denizi sanıyorum çok tercih etmediler ki plajlar da tenha idi. Turizm derneğinin reklam broşürlerinden öğrendiğimiz kadarıyla plajları mavi bayraklı imiş. Sonra, mevsim boyunca sahile paralel esen rüzgar yüzünden de rüzgar sörfü için çok elverişli bir alanmış.
Çarşı, Pazar
İstanbul’un tahtakalesinin ticaret hayatındaki yeri bilinir. Neredeyse Tahtakale malzemeleri diye bir ticari tür oluşmuştur. İstanbul dışında bir çok yerde gördüğüm gibi Şarköy’de de bir Tahtakale pazarı gördük. İçinde ne istersen var, üstelik Çin malları çok da ucuz. O kadar planlama yaptım, yazdım çizdim yine de eksiklerimiz çıktı. Mesela öte berilerimizi toplayacak, serpinti olduğunda da ıslanmayacak plastik kapaklı kutular aldık; ne var ne yok her şeyi topladı. Sonra ayna, mandal gibi şeyler. Bir de tuz unutmuşuz; hadi ben kullanmıyorum üç beyazdan biri diye ama hanım istedi. Artık bunu da Tahtakale pazarından almadık canım; tatil yerinde İstanbul kaynaklı bir sürü mini market var. Hem de aynı markadan birkaç tane.  İstanbul da alıştığınız alışverişi bura da yapabiliyorsunuz. Ancak dikkat çeken hemen her market ve büfenin bir şarap satış standı bulunuyor; burası üzüm diyarı ya… Neyse, satmayanı da var.
Bir de nalbur aradık; sert strafor plakası almak için. Bunu uygun ölçülerde kesip havuzluğun tabanına döşedim.
Öğleye doğru dondurma molası verdik. Dondurmacının İstanbul kökenli olduğunu öğrenince yorum geldi; buranın esnafı da yazlık. Örneğin sizin İstanbul’un bir yerinde bir ticarethaneniz var ama yazın İstanbul’da müşteri azalıyor. Ne yapacaksınız. Ver elini insanların aktıkları sahil şehirleri. Oralarda yazlık bir yer kiralayıp İstanbul’daki düzenin bir kısmını buraya taşıyorsunuz. Hele aile şirketi ve birkaç kardeşseniz; kardeşlerden biri hem tatil yapacak hem de işletmesinin başında olacak. Diğer kardeşler de ona misafir giderek veya görev değiştirerek tatil ihtiyaçlarını karşılayacaklar. İşte Türk müteşebbisi.
Etrafı tanımak için Turizm Derneğine uğradık. Görevli Kız, bizden önce gelen motorsikletli turistlere otel tarif ediyordu; “…buradan şimdi bu tarafa go, sonra sağa turn, hah işte orda …. Hotel.”    Turistler bir şey anlamadı; gitmek te bilmiyorlar. Sonunda kız diğer görevliyi çağırdı; dediğine göre o arkadaşının yabancı dili bu kızdan daha iyi imiş. İşte hali pür melalimiz. Neyse bizim dil sorunumuz yoktu; bölgenin broşürlerini tedarik ettik. Ayrıca hakkını yemeyelim; Mürefte, Hoşköy, Uçmakdere, Üzüm bağları gibi minibüsle günlük gezilebilecek yerlerin olduğunu söyledi. Hava düşmezse ertesi gün bu alanları gezmeyi planladık.
Karadan Keşif (28.07.2009 Salı)
Hava düşmedi; İstanbul’a gitmek üzere aşağıdan gelen tekneler Şarköy limanında konaklıyorlar. Onlardan da aldığımız meteoroloji bilgilerine göre daha bir müddet daha böyle gidecekmiş. Bari biz boş durmayalım, kara yolu ile gezmek üzere sabahtan yollara düzüldük. Gezeceğimiz yerler Şarköy’ün Tekirdağ istikametinde; çok kısa aralıklarla minübüsler çalışıyor. Mürefteye gitmek üzere minübüse bindik. Yol boyunda birbiri ardına uzanan Zeytin bahçeleri ve Üzüm bağları bölgenin ana geçim kalemlerinin bunlar olduğuna işaret ediyor. Arada bir Yağ ve Şarap fabrikalarına rastlanıyor. Yolda bölge insanı ile sohbet ediyoruz; zeytinin bakım ihtiyacının çok olduğunu söylüyorlar.  Kirazla karşılaştırma yaptı birisi, zeytine dokuz defa ilaç atılması gerekiyormuş; kiraza üç defa ilaç yapsan yetermiş. Kiraza yatırım yapmış biri olarak yüreğime su serpildi. Halbuki bana kiraz/kayısı dikeceğine neden zeytin dikmedin diye epey tazyik vardı. Tabii bizim oranın insanı zeytine yapılan bu bakımlardan haberi yok; hemen hiç kimse zeytine ilaç atmaz, budaması ile uğraşmaz. Şarköy’lü bak öyle mi; dediğine göre zeytin ağaçlarının altından ayrılmazlarmış.
Eski bir yağhane gezmeyi çok arzu ediyordum; bulamadık. Bununu yanında, birkaç tane şarap müzesi var. Kuruluş tarihlerinin 1800’ler olduğu, ilk sahiplerinin Rum olduğu, Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel gibi birçok devlet büyüğünün fabrikalarını ziyaret ettiğini öğreniyoruz. Bu arada yağhane gezmek isteyenler için İstanbul’da Hasköy’deki Koç Müzesini tavsiye etmek gerekir. İnteraktif bir müze; yağhanenin kapısından giriş yapıldığı anda ışıklar yanıyor; yağhanenin çarkları dönmeye başlıyor. Zeytinin yağhaneye giriş yapmasından itibaren Zeytinyağı olana kadar tüm aşamaları, cihazların yanlarında yer alan açıklamaları ile beraber inceleyebiliyorsunuz. Böyle bir taş baskı yağhane bulabilirseniz; taş baskı ile sıkılmış sızma zeytinyağını kaçırmayın; atın içine biraz kekik ve sabah kahvaltısında daldırın ekmeğinizi içine. Benim bir tarafım da zeytinci olduğundan taş baskının değerini bilirim. Şimdilerde Continue sistemler var; bu makinalar saatte üç ton zeytin sıkan robotlar. Hemen hemen yılın on ayı yattıklarından iki ay gece gündüz çalışmaları maliyetleri açısından gerekli. Bunlarda çıkan yağın ruhu kaçıyor adeta.
Mürefte’de öğle namazı vaktine kadar oyalandık. Sahilde, denizden buralara gelebilseydik kara nasıl görünürdü acaba diye hayallere daldık. Naci hoca bize Şarköy limanı yerine Mürefte limanını tavsiye etmişti ama bence hiç de öyle değil. Bir defa Müreftenin limanı korunaklı ve güzel ama kasabanın epey dışında. Günlük ihtiyaçlarınızı almak için epey yürümeniz gerekecek. Onun için iyi ki Şarköy limanında kalmışız diye şükrettim.
Bir karşılaştırma…
Yine minübüslerle, bağ ve zeytin bahçelerinin arasından yola koyulduk. Yollar çok dar. Devlet buradaki kasabalara çok güzel limanlar yapmış ama karaya pek önem vermemiş. Bizim o taraflara da tam tersi. Örneğin Gelibolu’nun tarihi iç limanları olmasa teknelerin barınacakları yer yok. Yelkenli tekneler geldiğinde problem oluyor; hele uzun salmalı yelkenliler limana giremeyip açıkta alargada kalıyorlar. İstanbul’dan başlayıp Akdeniz’e uzanan yelkenli yarışlarında Gelibolu ilk günün sonunda çok önemli bir durak. Ama gelin görün ki limansızlıktan dolayı yaşanan sıkıntılardan yelkenciler buraya girmek istemiyorlar. Halbuki Gelibolu Osmanlı’nın tersane ve Kapudan-ı Derya kenti imiş. İmralı fatihi Kapudan-ı Derya Emir Ali Paşa burada yatıyor. Eskiden gelip geçen gemiler mezarının hizasına gelince selamlama düdüğü çalarlarmış. Sonra Gelibolu’nun mevcut iskelesinden arabalı vapur ve arabalı özel tekneler çalıştıklarından şehir içinden alabildiğine trafik oluşturuyorlar. Şarköy ve Mürefte’nin her ikisinde de kapalı limanların yanında,  alabildiğine uzun iskeleleri var. Neredeyse mega turist gemilerinin yanaşmasına uygun büyüklükte. Ama gördüğüm kadarıyla hemen hiç kullanılmıyor. Bunlar insanların gezi güzergahı olmuş, başka da bir işe yaramıyor. Hayıflanmam şundan, ihtiyaç olmayan yere yapılmış, ihtiyaç olan yere de yapılmıyor ya; işte ondan üzülüyorum. Bu Devlet Planlama Teşkilatı ne işe yarar acep?
Hora (Hoşköy) Feneri :
Minübüs şöförüne Hora fenerine gideceğimizi belirttiğimizden kasabaya girmeden bizi indirdi. Fener yolun üstündeki yüksekçe bir tepenin üzerine kurulmuş. Toprak bir yolu var. Biz gittiğimizde in cin yoktu. Zamanında Fenerci ailesinin (Gardiyan) kaldığı bir müştemilatı var. Şimdilerde kapalı. İlk başlarda gazlı fitillerle, her üç saatte bir kurularak çalıştırılan  Fener, artık 1000W’lık elektrikle çalıştırılıyor ve gardiyan gerektirmiyor.  Fransız müteahhitler tarafından 1861’de Fransa’dan getirilen döküm parçalarla fener inşa edilmiş; hala orijinalliğini muhafaza ediyor. Bulunduğumuz noktadan Marmara adası ve biraz daha yakınındaki Hayırsız ada çok net görünüyor. Dürbünle uzun uzun inceliyorum. Sanki elimizi uzatsak tutatacakmışız gibi de yakın duruyorlar. Ne hayallerimiz vardı halbuki. Ah şimdi oralarda olabilseydik… Aradaki 11 Millik açık denizi geçmiş olsaydık, Adaların kuytusunda rüzgardan etkilenmeden dolaşıyor olacaktık. Kısmet değilmiş, seneye İnşaallah.
Mürefte’nin tersine Liman, Hoşköy’ün merkezinde. Bu bir avantaj. Çınar ağaçlarının altında soğuk bir şeyler içiyoruz. Fener’den şehir merkezine yürürken yol boyundaki yazlıkların hemen hemen denize sıfır yapıdığını, denizin hırçın dalgalarından korunmak için de istinat duvarları ile inşa edildikleri dikkatimi çekti. Deniz o kadar dövünmüş ki bir çok yerde bu istinat duvarları hasarlıydı. Çok rüzgar ve dalga tutan yerlerde niye o kadar masrafa girilir de yazlık alınır veya yaptırılır ki? Zaten tatil günlerin kısıtlı; tam o günlerde de rüzgar bir  başladı mı ardı arkası gelmezse; denize giremeden tatilin biter…
Patpat’lar :
Yerli halkın evlerinin önünde alçak tip traktörler dikkat çekiyor. Ağaçların altına girebilsin diye bunlar tercih edilmiş. Bir de dikkati çeken patpatlar var. Bildiğimiz su motoruna ön dingil ve arkasına da küçük bir römork monte edilmiş; olmuş sana çok maksatlı araç. Motoru bahçede su çekmeye, ağaç altı sürmeye ve çapalamaya yararken; akşam oldumu da arkasına römorku ilave edilip, aileyi evine taşıyor. Hem de ufak tefek yük taşıma için birebirler. Plakasız dolaşıp duruyorlar; bir bakıma eskinin eşekleri yerine. Tek sıkıntıları gürültüleri; bir patpat yanınızdan geçene kadar kulağınızı sağır ediyor. 
  Niyetimiz Karadan gezimizi Uçmakdere’ye kadar uzatmaktı ama o günki gezi bizi yormuş olmalı ki dönmeye karar verdik. Uçmakdere adı üstünde yamaç paraşütçülerinin tercih ettikleri, iyi rüzgar alan yüksekçe bir yermiş. Başka zamana İnşaallah.
 Sallanmadan Gecelemek…
Birkaç akşamdır teknede sallanarak uyumak beni etkilemedi ama hanım için ağır geldi. Bir akşam da karada konaklayalım istedik. Limanın karşısındaki bir otele geçtik. Yarım pansiyon, iki yataklı bir oda 90TL. Ertesi sabah çatısındaki restaurant’dan limanı seyrettik; sıkı bir kahvaltı yaptık. Limana girememiş üç direkli bir yelkenli tekne açıkta demirlemiş, salınıyordu. Sonra öğrendik ki salması 5 metre imiş. Şarköy limanı draftı dört metreden derin teknelere uygun değilmiş meğer. Bizim çeviz kabuğu için hiç sorun olmuyor, seyyar salmayı çekersek 50 cm suya bile girebiliriz.
Mürettebat Eksildi… (29.07.2009 Çarşamba)
Otelden  tekneye döndüğümüzde gece gelen bir tekneye yer açmak için baş halatlardan birinin yerini değiştirdiklerini gördüm. Değiştirsinler de usturupla bağlamak lazım; pupadaki direğin üstünde bir silyon feneri var; o yandaki teknenin bordasına çarpmış ve muhafazası kırılmış. Neyse ki sadece bu kadar. Motor veya tekne de çarpıp hasar alabilirdi. Denizci işte bunun için teknesinden uzaklaşmak istemez.
Balıkçılar Sahil Güvenlik Komutanının beni çağırdığını haber verdiler. Her ihtimale karşı evrakımı yanıma alıp gittim. Evrak ve emniyet tertibatının  mevzuata uygun hazırlanması için epey uğraş verdimiş, hatta bu yüzden sefere bile geç çıkmıştım. Mustafa Astsubayla tanıştık, çayını içtik. Hava durumunu aldık. Bu havada limanda kalmamızı o da tavsiye etti.
Bayan Meteorolojiden ve yanımızdaki büyük teknelerden aldığımız haberler, havanın hafta sonuna kadar  böyle gideceği yönünde. Yani bizim Ceviz Kabuğuna daha liman gözüküyor.
Hanımın artık canı sıkıldı, dönmek istedi.  Çarşamba günü öğleye doğru onu otobüsle Gelibolu’ya uğurladım. Kaptan kaldı teknesi ile baş başa.
Teknede Tamir Bitmez… (30.07.2009 Perşembe)
Yelkenlerle ilgilenememiştim; yer yer sökük ve yırtıkları vardı. Başladım tamire. Orası, burası derken epey zamanımı aldı. Flok, İnce Burun’da yediğimiz kuvvetli dalga esnasında kurtulmuş ve çapariz vermişti; bu esnada üst kenarında önemli bir yırtık oluşmuştu. Üzerine uygun parça kesildi, bally ile yapıştırıldı ve teğel dikişle dikildi.
Ayrıca, flok’un basılması ve indirilmesi esnasında, baş istralya üzerine geçen  plastik tutamakları tutukluk yapıyordu. Bunu nasıl giderebilirim diye düşünürken mevcut malzemelerimden ona havuzluktan komuta edebileceğim bir mayna tertibatı oluşturdum; makaralardan pruvaya; oradan da flok’un üst ucuna giden el incesi halatı çektiğimde flok artık kolaylıkla mayna edilmeye başlandı.
Ayrıca, flok’un direk üzerindeki minik makarası da tutukluk yapıyordu. Direğe tırmanarak bu makaranın da değiştirilmesini sağladım. Dönüş yolunda epey işe yaradı.
Meteorolojik haberler havanın Cuma gününden itibaren düşeceği yönünde gelmeye başladı. Ben hala döneyim mi devam mı edeyim, hala tereddütteyim. Ancak, meteorolojik haberler hafta sonu hava yine yükselecek şeklinde olunca, işi tadında bırakmanın daha iyi olacağı kanaatine vardım ve Cuma sabahı dönüş kararı verdim.
Dönüş Yolu (31.07.2009 Cuma)
Sabah namazı ile kalktım ama çıkış hazırlıklarım saat 07:30’a kadar sürdü. Hava poyrazdan bana göre pupadan veya sancak kıç omuzluktan 2-3 kuvvetinde tatlı tatlı esiyor. Havanın düşmesini bekleyen tekneler bir bir ayrılıyorlar. Daha limandan çıkmadan ben hem flok hem de ana yelkeni açtım. Çıkar çıkmaz yelkenler rüzgarla dolmaya başladı. Pruvamda  İnce Burun var. Sürat biraz düşük gelince takviye olması için motoru da çalıştırdım; şimdi adeta uçarak aşağıya iniyorum. 2000 yılında da ikindi’den sonra Şarköy’den çıkmış ve böyle uçarak Gelibolu’ya dört saat seyehat süresiyle, saat 21:00 sularında varmıştım.
Sürekli fotoğraf ve video çekiyorum. İnce Burunu geçerken dalgalar yine kabardı; pupadan gelen dalga pek rahatsız etmiyor ama tekneyi kaldırıp kaldırıp indiriyor. Dolayısıyla dalga da teknenin hızına olumlu yönde etki ediyor. Dalga şimdi pruvamızda olsaydı kimbilir ne rahatsız edecekti.
Dümen İğneciğinin Önemi
Doğanaslan bankını geçerken yıllar öncesinde tam bu mevkide kırılan dümen iğneciğimi hatırlıyorum. Kendime komutlar vererek o dalgada nasıl yelkeni indirip motoru devreye alabildiğimi düşününce ne kadar büyük tehlike atlatmış olduğumu anlıyor ve bana yardımcı olan Allahıma şükrediyorum. Merakım iğneciğin dalgaların direnci ile mi kırıldığı yoksa bu bölge haritalarda oldukça sığ  gözüküyor; bir topuğa mı dokundum da kırıldı; bunu hep merak edeceğim. Benim kanaatim,  üstteki iğneciğin orijinal paslanmazdan olmakla birlikte, alttaki iğneciği pirinçten takmak zorunda kalmış olmamdan kaynaklandığı yönünde. Sonradan alt iğneciğin kromdan imal orijinalini Rota firmasından  edinmiştim.
Bu seyehate başlamadan önce Naci hocadan moralimizi bozacak belki de seyehatten vazgeçmemize sebep olabilecek bir haber aldım. Naci Hoca İstanbul’dan sabah saatlerinde çıktığı seferin, Büyükçekmece açıklarında alabora olmuştu. Alobora olma sebebi ise dümen iğneciğinin kırılmış olmasıydı. Anlattığına göre her şey beş dakika içinde olmuş ve dümen boşa düştükten sonra yelkenlere müdahale edecek veya dümen yerine kullanabilmek üzere kürekleri takmak için hiç fırsatı olmamış ve tekne ters dönmüş. O rüzgarda teknenin altındaki tek çıkıntı salmaya tutunabildiğine şükrediyor.
Bu haber hakikaten moralimizi bozdu; hanımın haberi oldu ama diğer aile fertlerine duyurmadık. Ancak ben dümen iğnecilerimiz için   neredeyse yarım günlük zaman harcadım. Her iki iğnecikte üçer adet paslanmazla vidalanıyor. Bu defa, vidaları gözüme zayıf geldi; arkalarına takoz ve paslanmaz kilit bularak gönlüme göre sağlamlaştırdım. Ancak yolda da gözüm hep üzerlerinde oldu; sürekli üzerine binen yükü tarttım. Çok şükür sapasağlamdılar.
Naci hocanın iğneciklerini hatırlıyorum; çok kalın malzemeden yapılmışlardı. Ancak bir şeyi gözden kaçırmışız; kullanılan malzemede kaynak uyuşmazlığı olmuş; paslanmaz parça ile demir parça kaynak edilmiş; sonuç hüsran. Halbuki Naci hoca da benim gibi kırk kere ölçer bir biçer ama amatörler bazen bazı detayları atlayabiliyor ve sonuç hüsran oluyor. Varsa orijinalinden hiç vazgeçmemek gerekir.
Gelibolu’da Cuma
Hedefim Cuma namazına Gelibolu’ya ulaşmak olduğundan yelken motor devam ettim; hem böyle 6-7 knot sürat de hoşuma gitti. 12:30’da Gelibolu limanına giriş yaptım. Tekne neta edildi ve Kadı İskelesi Camiindeyim; çok şükür.
Aileme sürpriz yapmak niyetiyle önce söylemek istemiyordum ama yolda aradılar ben de saklayamadım, dönüş yolunda olduğumu söyledim. Karşılama bandosu mu; neredeee…
Gelibolu’da Burhanlı’ya
Gelibolu-Burhanlı arası o girintili çıkıntılı koyları hep detaylı gezmeyi arzu ederdim. Daha önceleri seyehatlerimde hep kıyılara uzaktan transit geçtiğimden, yakın olmasına rağmen buralara denizden yaklaşmamıştım hiç; bu defasında fırsat buldum. Kalkavanların tersane yapmak için satın aldıkları 800 dönümlük arazinin altları oldukça sığmış; hatta bir ara epey açıkta olmama rağmen motorun kuyruğu dokundu tabana. Hemen telaşla stop ettim; açığa alıp yine çalıştırdım. Sütlüce fenerine kadar bu koy oldukça sığ; balıkçıların yaklaşamayacakları kadar sığ gözüküyor hatta. Bunun yanında, şnorkelle dalarak zıpkınla balık avlamaya da çok uygun bir alan gibi gözüküyor. Hava sakin, dip ayna gibi görünüyorsa, tehlikeleri göze alarak kenara yakın seyehat etmeyi severim. O masmavi suları, kumu, kaçışan deniz canlılarını, pervanenin dalgasıyla hareketlenen deniz dibi nebatatını seyretmek harika oluyor. Bu nedenle de benim için draftı düşük tekneler ideal.
Hayalimdeki Tekne
1990’ların başında sarp sınır kapısının açılması ile hareketlenen ticaretten bir rus şişme botu almıştım. Bununla evimizin önündeki burunda az izmarit avlamamıştık.
Sonra, bir Kurban Bayramı dönüşü Sivas’a dönerken Babamla birlikte Tekirdağ Yelken kulübünden fiber bir tekne aldık.  Yaza hazırlık yaptık. Babam tekneyi Geliboluya taşıttı; biz yola devam ettik. Bu ikinci teknemdi. Teknenin formu sürat teknesi olduğundan başı aşağıda idi; dolayısıyla bağlı iken sabahları bazen batmış bulurduk. Çünki gece süratli geçen gemilerin dalgalarına başını kaldıramaz ve batardı. İtalyan malı bir de White Head marka motoru vardı ki tamiri için uğraşmak kaç yaz tatilimi yemişti.
Tekne ararken, hem kürekle hem de motorla yürütülebilen yelkenli bir tekne olsun, römorkla taşınabilsin, yüksek kenarlı olsun ki boğazın yüksek dalgalarına baş verebilsin diyordum.  Bu tecrübelerimle kriterlerini belirlediğim bir tekne arayışında Rota’nın Martı modeline karar verdim ve ikinci elini satın aldım 2000 yılında. O kadar doğru tercih yapmışım ki o tekne beni bugünlere kadar taşıdı.
Şimdi sanıyorum yeni bir teknenin zamanı geldi. Çünki hem aile büyüdü, hem de artık eşim de denizi sevmeye başladı. Eğer imkanım olursa, yeni kriterlerim şunlar;
-      Yine römorkla taşınabilsin,
-      Hareketli salması olsun,
-      Kamara içinde dik durulabilsin,
-      Duş ve tuvaleti bulunsun,
-      Tabii ki yelkenli bir tekne olsun,
-      Direk kırılabilsin,
-      Motor içten veya dıştan olabilir.
Bu kriterlere bakınca karşımıza birkaç marka ve model çıkıyor; Mac Gregor, Sportiva, Jeanneau, Hunter gibi. Ama benim için revaçta olan Jeanneau Sun Odyssey 24.2 modeli. Bu benim tüm kriterlerime uyuyor neredeyse. Ne var ki Jeanneau bu modelin üretimini birkaç yıl önce durdurmuş. Şimdi ikinci el bakmak kalıyor. İkinci elde de maalesef bu modele hiç Türkiye kaynaklı  rastlanmıyor. Jeanneau ile görüştüğümde yıllar önce bu modelin bir tane ithal edildiğini; o da Mustafa Sandal’da olduğunu söylemişlerdi. İkinci sırada Mac Gregor var. İşçiliğini beğenmiyorum ama fonksiyonilitesi tartışılmaz. Bu teknede tabana su alıp denge için kullanılıyor ve ister yelken yap, ister sürat teknesi olarak kullan mantığı ile hareket edilmiş tam bir hafta sonu teknesi. Hem sonra diğer tüm markalarda römorkundan denize atma ve çekme sorunlu olsada bu marka için öyle değil; son derece kolay indirme bindirme yapılabiliyor. Bu tekneyi Amerikalılar seri üretiyorlar. Türkiye piyasasında da bulma son derece kolay. Kısmet.
Burhanlı
Drag burnunu dönünce baktım Babam Kahveden çıkmış sahil boyu bağlanma iskeleme doğru geliyor. Çok şükür, planladığım gibi olmasa da en azından tam bir haftamı teknemde denizlerin üzerinde geçirdim. Hani derler ya kurtlarını döktün mü diye; eh işte az da olsa döktüm… Darısı nice seferlerin başına.

Hulusi GÜLEN  hulusigulen@yahoo.com

7 Temmuz 2000 Cuma

BEKLEYEN DERVİŞ MURADINA ERMİŞ - 2000

Merhaba;

Ben, Rota yapımı Martı modeli minik (4.25 Mt.) bir yelkenlisi olan deniz müptelasıyım. Sözkonusu teknemi Haziran 2000'de İstanbul Göksu deresinden satın aldıktan sonra denizden üç günlük bir seyahat ile Gelibolu'ya götürdüm. Bu seyehatin öyküsü  Yelken Dünyası NİSAN 2001 sayısında yayınlandı; ayrıca, minik yelkenli öykülerine meraklılar için internet ortamına da  gönderiyorum.
         Teknem halihazırda Gelibolu'da ve karada. Teknemi seyyar hale getirmek için İstanbul'da bir treyler hazırladım. Ancak, henüz arabamın arkasına çeki topuzu taktıramadım ve de ruhsatına işletemedim. Bu işlemleri gerçekleştirdiğim takdirde planım, tekneyi kara yolu ile İstanbul'a taşıyıp tadı damağımda kalan İst.-Gelibolu seyahatimi tekrarlamak. Hakim rüzgar Poyraz, İstanbul'dan Gelibolu'ya pupa seyrinde, üstelik de bedava götürüyor. Ayrıca, hafta sonları İstanbul'da (mesela Haliç'de) denize atarak Boğaz’da ve Marmara’da küçük seyahatler yapmak istiyorum.
          İkinci hayalim ise bir yarış ekibine katılmak. Yaşım 37, sporcuyum, Cumartesi ve Pazar tatillerimin tamamını bu konuya ayırabilirim, aşağıda okuyacağınız gibi az da olsa bir tecrübem var. Ama en önemlisi bitmek tükenmek bilmeyen yelken sevdam mevcut. Skipper’lara duyurulur. 21/01/2002
                                                                                               Hulusi GÜLEN                                                                                                                            hulusigulen@yahoo.com
                                                                                               hulusigulen@gmail.com
                                                                                               hulusigulen@hotmail.com 




"BEKLEYEN DERVİŞ MURADINA ERMİŞ"

                Eski teknem GÜLEN-1'i (Polimarin yapısı, 4,13 Mt.) Kurban Bayramında memleketim olan Gelibolu - Burhanlı Köyü'ne gittiğimde, yol kenarına çekmiş ve üzerine de "SATILIK" levhasını koymuştum. Sonra da tekne aramaya başlamıştım. Önce, istediğim tipte bir yelkenli bulamayabilirim diye köyümüzün tek tekne ustası Şinasi usta ile 4,5 metrelik bir tekne için konuştum,  istediğim tipte (Kürekli, dıştan motorlu, derin karinalı, yelkenli) bir tekne yapabileceğini söyledi, hatta hemen başlamayı bile teklif etti. Ben biraz daha düşüneyim ve bu arada da satılığa çıkardığım teknem satılsın, sermaye olsun dedim. İstanbul'a dönünce tekne araştırmalarıma devam ettim. Birgün Babam, birisi tekne ile ilgileniyor, telefonunu verdim dedi, sevindim. Sonra o şahış aradı, pazarlık yapıldı, anlaştık.        

               Sermayem oluşunca Babam vasıtasıyla Şinasi abiye haber saldım, fakat işleri yoğunlaşmış ve tekne yapımı fiyatını da arttırmış. Aldı beni bir düşünce, bu yaz'ı teknesiz mi geçiricem diye. O arada Babamdan, bir yazlıkçı  abinin sandalının motoru ile beraber satıldığını duydum; ucuzdu ama 1960'ların teknesi idi ve de benzinli içten takma motoru vardı, biraz düşüneyim dedim. Alacaktım artık, başka çarem kalmamıştı; son defa bir de Göksu deresine gidip, oraları bir kolacan etmek düştü aklıma.

               Haziran ay'ı gelmiş, Yelken Dünyası dergisi yayımlanmış ve benim OCAK 2000'de gönderdiğim mektubum da Okuyucu Mektupları köşesinde çıkmıştı.  Okumayanlar için özetlemek gerekirse;  çağımızın gereği, ihtiyaç duyupta satın aldığımız eşyaların genelde compact sistemler olduğundan bahisle, kol saatinin artık yalnız zamanı gösteren bir cihaz olmadığı, aynı zamanda Tlf. Rehberi, Ajanda, Kronometre, Pusula vb; sistemleri ihtiva ettiği gibi deniz araçlarında da benzeri taleplerin sözkonusu olduğu, ancak arzın bu taleplere özellikle Türkiye içinde cevap veremediğini belirtmiş; şöyle 4,50 metre boyunda, boğazda bağladığınızda dalgalardan batmayacak kadar yüksek kenarlı, seyyar salmalı, seyyar arma tertibatı ve dümeni  olan, kıçtan motor takılabilen, istenirse kürekle de yürütülebilen, fiberglass konstrüksiyonlu bir tekne aradığımdan bahsetmiş ve varsa böyle tekne üreticilerinin  adreslerinden haberdar olmak istemiştim.

            Mektup yayımlanır yayımlanmaz  olumlu telefonlar gelmeye başladı. O arada İzmir'deki Rota firmasından da bir zarf içinde üst yazısız olarak ürün çeşitlerini gösteren bir broşür geldi; incelediğimde sözkonusu mektubumda birarada olmasını istediğim özelliklere uyan bir üretimlerinin olduğunu kastederek bu broşürü gönderdiklerini anladım. Bu ürün 4.25 M.lik Martı modeli idi; daha dikkatle incelediğimde aklım da yatmadı değil; tam aradığım tekne idi ancak fiyatı da motorsuz , yelkenler dahil 1,7 milyar civarında idi; ikinci eli ucuz olurdu ama nereden bulacaktım. Sonra ilgili firmaya telefon edip bu taraflarda bayilerinin olup olmadığını sordum; yokmuş; satılmış tekneleri varmıydı; varmış ama hangi limandadır bilemezlermiş. Bu iş te suya düşmüştü.  O arada dergimizin yazarı Fazlı Cemil Akmansoy bey ile görüştüm, mesele ile çok ilgilendi, hatta istediğim özellikte planları olan eski bir ustanın oğlundan bahsetti ve benimle irtibata geçireceğini söyledi. Ayrıca Avukat Mehmet Akbaş isimli bir beyden bir mektup aldım, AKBAŞ 5, 6 ve 7'nin planlarını göndermiş; "Herkes için tekne" sloganı ile çıkmış yola ve hakikaten de halk tipi çok güzel teknelerin imalatını yapıyormuş. Fiyatı 8000 DM. civarı.

                   Aklımda Göksu deresi vardı ya, aklımda kalmasın deyip bir Pazar sabahı ailece yollandık oraya. Derenin kenarında yürürken Göksu Marin diye bir flama gördüm ve daldım içeriye. Sahibi imiş konuştuğum, aradığım tekne özelliklerini sıralayınca, "Bak şu karşıdaki ağacın altında emekli bir hoca var, şu anda kendine bir minik yelkenli tekne tadil ediyor, eski teknesi de orada, onu da bildiğim kadarıyla satıyor. Ayrıca ileride köprünün altında da küçük bir tekne var, o da satılık, üzerindeki tabeladan irtibat telefonunu alabilirsin..." dedi. Ben hemen derenin karşısına geçip çalışmaya dalmış olan Hocanın yanına yaklaştım ve tanıştım; ismi Naci DOĞAN imiş, emekli Beden Eğitimi öğretmeni, 30 yıllık yelkenci. Satılığa çıkarttığı minik yelkenli ile hanımını da yanına alarak Marmara adasına kadar gitmiş. Salması olmadığı için orsa seyrine gelmiyor diye tekneden soğumuş satıyor. Şu anda da Rota firmasının Hobby isimli 4.20 m. ebadındaki orijinalde açık tip olan teknesine bir kamara ilave ediyor, arka kısmının yanlarını yükseltiyor; bu defa bununla Gökçeada'ya gideceğini söylüyor. Tam benlik bir arkadaş, sohbet koyu, sohbete eşim de dahil oldu, Hoca'nın konuşmaları eşim Özlem hanımı da etkiledi, her geçen gün deniz'e daha çok ısınıyor. Hoca ile sohbetten sonra köprünün altındaki diğer teknenin yanına gittik; bir de ne görelim benim aradığım Rota firmasının Martı modeli yelkenlisi değilmi; gökte ararken yerde bulduk. İyi bir inceledim, üstündeki telefonu alıp aradım; ama cevap veren yok. Sonra çaresiz , cevredekilere not ve kart bırakarak oradan ayrıldık. Hafta içi sürekli telefonu arıyorum ama cep telefonu kapalı, cevap yok. Nihayetinde hafta sonuna doğru cevap verildi; teknenin sahibi ile buluştuk. Tekne, yelkenleri, 15 HP Mariner motoru ve çekici arabası ile satılık; aldığı fiyat olan  5000 DM'a satıyor. Satıcı arkadaşın dediğine göre gazeteye ilan filanda vermiş ve tekne bir yıldır satılmayı bekliyormuş; benim gibi meraklısı olacakta alacak. Tabii  benim o parayı vermem imkansız; motor ve treyleri ayırıp bir fiyat söylemesini istedim; biraz indi; rakam yine bana fazla gelince bu defa treyleri de dahil ettik filan; velhasıl pazarlık ortada biryerlerde buluşunca bitti. 14.06.2000 Pazar günü buluşup tekneyi, yelkenleri ve Treyler'i devraldım ve hazırlıklar başladı. Yelkenler hiç kullanılmamış ama, dışarıda kaldığından epey hırpalanmış, eve getirip çamaşır makinasında yıkadık, sonra gidip teknede arma donatarak eksiklerini tespit ettik. Naci hoca eksiklerin tespitinde bana çok yardımcı oldu; Allah da ondan razı olsun. Teknenin eski sahibi hiç yelken kullanmamış ve de orijinalde kapalı üretilen salma deliğini açtırmamış; Hoca bu deliğin açılmasında ve dümen çivisinin (iğneciğinin) takılmasında da bana epey yardım etti. Ayrıca, aralarda onun çalışmalarını da izleyerek tekne tamiratı konusunda bilgi sahibi oluyordum. Tekne ve treyler alınınca geriye bunları memlekete götürmek kalıyordu. Götürmek içinde arabamın arkasına çeki demiri taktırmalı ve ruhsata işletmeliydim. Bunun araştırmasını yaparken 7,5 HP Mercury marka bir motorun uygun fiyata satıldığını öğrendim. Niyetimde bu yıl motor almak yoktu, ancak fiyatı makul gelince motoru bir inceledim ki hakikaten çalışması güzel bir motor. Satıcı, geri dönmeyen bir çek'in karşılığı olarak almış motoru ve şimdide elinden çıkarmak istiyor; motorun tespit edebildiğim tek eksiği yakıt deposu ile tespit civatalarının üzerinde mevcut olmaması.  İyi bir pazarlıkla bir de motor sahibi oldum. Eksikliklerini kolaylıkla tamamladım ve o hafta sonu ailemle boğazda çapari bile yaptım; doyamadım, hafta içi mesaiden sonra, benim gibi deniz meraklısı arkadaşlarım Cengiz ve Hasan beyler ile boğaza çıkıp çapariye devam ettik; harika bir duygu.  Hazırlıklar iki hafta boyunca sürdü, arabamın arkasına çeki demiri taktırmak orijinali bulunmadığından ve de ruhsatına işlenmesi gerektiğinden mümkün olamadı; bu defa da çeki kancalı otomobil veya taşımak için kamyon aramaya başladım; ancak kamyonla sevkiyatta da problemler çıktı;  tam çaresizlik içinde kıvranırken; Naci hocadan müthiş bir teklif geldi; "4 Temmuz'da ben teknemle Gökçeada'ya doğru yola çıkıyorum, gelirsen beraber gideriz...." Harika, bundan iyisi ne olabilir, hem tecrübeli birisinin mihmandarlığında yelken öğrenicem, hem de çok daha az masrafla tekne Gelibolu'ya gitmiş olacak.  Fikir güzeldi ama beni aldı bir düşünce, motorum acaba dayanırmıydı o kadar yola. Naci hoca, "Sen dert etme Temmuz'un ilk iki haftası hep Poyraz eser, belki de hiç motor çalıştırmadan gidicez." demez mi. O arada Temmuz geldi, izin aldım, ancak bir haftalık bir izindi bu.  Eşimi ve çocuklarımı 3 Temmuz'da otomobil ile Gelibolu'ya götürdüm; gece 24:00'da eve indik; ben oradan yanıma eski tekneden kalan kürekleri ve çapayı alıp o geceki 01:30 otobüsü ile  geriye döndüm; Kadıköy'e giden otobüsmüş, Kavacık kavşağında indim ve kürekler sırtımda yarım saatlik bir yürüyüşle sabahın 06:00 sularında teknem Gülen Martı'nın yanındayım. O sabah son hazırlıklar yapıldı, marketten konserve Ton balıkları, yumurta, sucuk, Domates, Peynir, Ekmek, Salatalık, Karpuz gibi kumanya alınıp tekneye yerleştirildi. Benzin ikmali yapıldı. Ben 17 litre benzin aldım, Naci hoca 60 litre aldı, nasılsa Poyrazla gidecektik. Naci hocanın teknede bir de misafiri var, Mehmet DOĞAN, abisinin oğlu. Direği indirip motorla Göksu deresinin ağzına çıktık ve bir dubaya bağlanıp direklerimizi dikip yelkenlerimizi hazırladık; gelin görün ki hafif hafif Lodos esiyor. "Naci hocam, nerede Poyraz?" diye sesleniyorum, ne yapsın, o da en az benim kadar üzülüyor. Yapacak birşey yok, deniz bu, ne yapacağı bellimi olur.  Yelkenler sarılı vira bismillah, motora kuvvet. Maceramın bundan sonrasını Kaptan'ın Seyir Defteri'nden (Seyirde aldığım küçük küçük notlardan)  takip edelim:


MİNİ YELKENLİ "Gülen Martı"  SEYİR DEFTERİ
( Göksu / İstanbul  - Burhanlı / Gelibolu )


04.07.2000, Salı   11:15
Göksu / İstanbul'dan çıktık; hava lodos; motor seyri yapıyoruz. Depoda 12 litre, yedekte 5 litre benzinim mevcut.
04.07.2000, Salı  13:00  
Yeşilköy 2.Plaj'da istirahat; namaz ve öğle yemeği molası verdik. Salmanın alt kısmı yıllardan sonra suyu görünce yaprak gibi açılmış ve parçalara ayrılmış, salmasız kaldım, hoş zaten rüzgar da yok ya; uygun bir yerde marangoz bulunup tahtadan da olsa bir salma kestirilecek.  Yeşilköy marinadaki  Opet'den 9 litre süper benzin ikmal edildi.
04.07.2000, Salı   14:00
Yeşilköy'den hareket ettik; motordan korkuyordum ama, iyi gidiyor maaşallah.  Naci hoca'nın teknesinde (Rota 420 Hobby'den tadil, kamaralı) yeğeni Mehmet bey var; motor seyrinde dümencilik yapıyor; rüzgar esmeye başlar da yelken açarsak eğer, o zamanda yekeyi yeğenine bırakır mı acaba yılların yelkencisi ?
04.07.2000, Salı   17:30
Büyükçekmece Koy'unu geçince Baba Burnunda mola verdik; İkindi namazları eda edildi. Hava elvermediğinden hala yelken basamadık; halbuki tam tersini düşünmüştük. Eee deniz bu sana...
04.07.2000, Salı   18:30
İnşa halindeki GÜZELCE Marina'ya vardık ve mola vermeye karar verdik. Akşam yemeği, Namaz ve aramızda yapılan durum değerlendirmesi : Burada konaklayıp rüzgarı mı bekleyelim; motorla mı devam edelim, benzin sarfiyatımız çok gidiyor vb. Naci hocanın kayıtlarına göre Göksu deresi ile Güzelce limanı arası 27 mil imiş; ben, bakımsız 1978 model Mercury 7.5 HP ile 18 litre benzin yaktım, Naci hocanın 9.9 Yamaha'sı ise 10 litre yaktı, işte yeni ile eskinin; bakımlı ile bakımsızın farkı. Gecelemeye Naci hocanın yeğeni misafirim olacağından kamarayı neta etmeye çalışırken eğreti duran ön camı denize düşürdüm, terslik işte; neyseki hava yağmurlu değil.
05.07.2000, Çarş. 05:00
Sabah namazı, kahvaltı, dalarak kamara camı araması;  ancak netice olumsuz, camı bulamadım. Yer işgal etmesin diye çıkartıp teknenin içine almadığım dümen, suyu görünce hafif hafif kabarmaya  başlamış.
05.07.2000, Çarş. 08:30
Güzelce'den hareket ettik.  Yine rüzgar yaprak kımıldatmıyor; motora ve cebimize kuvvet...
05.07.2000, Çarş. 12:30
SİLİVRİ limanına girdik; yakın zannettiğimiz Silivri epey zaman aldı. / Limana girerken beklediğimiz rüzgar çıktı; ancak limana bağlanıp benzin ikmali yapılması lazım; koşarak ben ve Mehmet bey elimizde bidonlar  Benzinciye gidiyoruz;18 litre  benzin ikmal ettim. Dönüp alel acele yelken basıyoruz. Bu ilk yelken denememiz ancak daha burunu dönmeden rüzgar kalıyor ve yine motora kuvvet.
05.07.2000, Çarş. 14:42
KINALI açıklarındayız; Hoca, petrolcü olan yeğeni Mehmet beye denizin ortasındaki petrol platformunu göstermek için açıktan gidiyor; ben ise, Sultanköy Burnunu hedeflemiş, yelkenler açık  ancak faydasız bir şekilde, motorla normal devirde seyrediyorum. Bu gece Tekirdağ'a varsak iyi olur diye düşünüyorum.
05.07.2000, Çarş. 14:54
SULTANKÖY açıklarındayız; rüzgarsızlık Naci hocanın planının değişmesine sebep oldu; Gökçeada'ya gitmekten vazgeçip dümeni Marmara adasına kırdı; ne zaman rüzgar çıkarsa o zaman hareket edecekler. El mecbur Hulusi yoluna devam.
05.07.2000, Çarş. 15:45
Naci hocalar Marmara adasına doğru ufukta kayboydular; ben GÜMÜŞYAKA açıklarındayım.
05.07.2000, Çarş. 16:16
MARMARAEREĞLİSİ'ne yaklaşıyorum; beni Yunus balıkları karşıladı; ancak eşlik etmediler, bilinenin aksine. Rüzgar olmasa da iyi ki yelken basmışım, bu sıcaklarda gölge oluyor bana.
05.07.2000, Çarş. 17:00
MARMARAEREGLİSİ Akaryakıt depo tesislerinin karşısındayım, kaşık çekiyorum, yelkenler hala gölgelik olarak kullanılıyor.
05.07.2000, Çarş. 18:00
Yeni yapılan büyük iskele ile Marmara Ereğlisi Askeri Kampı arasındaki koyda İkindi namazı molası ve Ton balıklı akşam yemeği; çektiğim kaşık işe yaramadı, ben de topladım.
05.07.2000, Çarş. 19:00
Hareket; motor seyrinde dümenle idare ediyorum; büyük kolaylık sağladı; yoksa motorun yekesi hem titreşim yapıyordu hem de  rota tutmadığından sürekli hareket ettirmek gerektiriyordu.
05.07.2000, Çarş. 20:20
Tekirdağ körfezinin tam ortasındayım; 100-200 arası çapari yapan tekne mevcut; adeta aralarından slolom yaparak geçiyorum. Balıkçılardan öğrendiğime göre Tekirdağ Güneş'in battığı noktada yer alıyormuş;  o kadar uzak ki çıplak gözle görülemiyor. Burundan buruna en uzun geçişim olacak; üstelik yapayalnızım, akşam oluyor, yelkenim açık, hala rüzgar yok; inşallah motorum burada da kendini kanıtlar.
05.07.2000, Çarş. 24:00
Allah'a şükür Tekirdağ Balıkçı Barınağı'ndayım. Epey uzun bir koy (Körfez) geçişi oldu, burundan buruna; bundan sonra haritaya göre (denizde karayolu haritası kullanıyorum) dış bükey bir çizgi (kıyı) takip edilecek, haritada dikkate değer bir koy gözükmüyor. Aslında Şerefiye denilen bir yerleşim yerinde konaklayacaktım ama 22:000 sularında her iki yelkeni de basacak kadar Kuzey rüzgarı alınca ben de dayanamadım yelken bastım, hem de gecenin karanlığında; elimde el feneri sağa -sola, yelkenlere çaka çaka gece yarısı barınağa ulaşabildim.
06.07.2000, Perş. 05:00
Tekirdağ balıkçıları sabah balığa giderken çıkardıkları gürültü ile beni uyandırdılar. Benzin almam gerekiyordu, en yakın benzinciye ha şurasıydı, ha burasıydı derken yarım saat yürüdüm; bedensel ihtiyaclar giderildi  ve 22 litre benzin ikmali yapıldı; halen depoda da 5 Lt. benzin mevcut , ceman 27 litre eder. Ver elini Şarköy, Vira Bismillah. Saat: 06:39
06.07.2000, Perş. 07:45
BARBAROS önlerindeyim; Tekirdağ'dan çıkarken tatlı bir Poyraz aldım ve hemen iki yelkeni de bastım. Bir ara Poyraz durur gibi oldu ve sonra Gündoğumuna dirise etti; yelkenler sancak tarafta ve gene yelken+motor ilerliyorum. Günlerdir beklediğim rüzgarı ucundan da olsa biraz görünce kahvaltı yapmayı bile unutmuşum; bugünki hedefim öncelikle Şarköy'e varmak, sonra uygun zaman kalırsa Gelibolu'ya yönelicem.
06.07.2000, Perş. 09:27
Barbaros'u geçince ismini bilemediğim bir burun dönülüyor, burada harika bir rüzgar almaya başladım, keyfim yerine geldi; motoru söndürdüm; hemen burunu dönünce çok güzel bir koy görünüyor ama rüzgara kıyıpta henüz etmediğim kahvaltı için mola veremiyorum.
06.07.2000, Perş. 11:25
O çok beğendiğim koyun adı geçen balıkçılardan öğrendiğime göre DUTLİMANI imiş; kıyamadığım rüzgar birden kalınca bende döndüm ve attım demiri bu canım koya; kendimi de pırıl pırıl masmavi sulara. Biraz yüzdüm, çıkıp vaktinde eda edemediğim sabah namazını kıldım; bir baktım ki dümen sallanıyor; meğerse üstteki paslanmaz menteşenin çivisi düşmüş, yolda düşmüş olamaz, dümen elimde iken farkederdim; berrak suya bir göz attım ki paslanmaz mlz.den imal  çivi parıl parıl parlıyor kumun üzerinde, belli ki yeni düşmüş, yoksa kum yutardı. Hemen dalıp aldım. Neyseki alet kutusu tam tekmil yanımda, demir testeresi ile çivinin üst kenarına bir segman kertiğine benzer bir kertik açtım ve telden de segman görevi yapacak bir parça yapıp yerine taktım, eskisinden sağlam oldu. Tamirat bittikten sonra, kuşların cıvıltılı şarkıları eşliğinde   Ton balıklı kuvvetli bir kahvaltı yaptım; güya koya uğramıyacaktım, burada farkında olamadan tam iki saat harcamışım  ve 11:25'de Vira Bismillah.
06.07.2000, Perş. 14:00
MÜREFTE fenerinin önlerindeyim; rüzgar yok, ancak deniz karmakarışık, sağa sola, öne-geriye yalpalamaktan zor ilerliyorum; tecrübeli bir denizci bu ipucundan bir sonuç çıkarır ama benim gibi tecrübesize birşey ifade etmiyor. Hava mevsim normallerinin üzerinde sıcak; Hükümet de bu yüzden kamu kuruluşlarını bir hafta tatil etti. Bu saatlerde Güneş tepeden geldiği için, yelkeni gölgelik olarak kullanamıyorum. Tente germek için epey uğraşıyorum ama teknenin pupasında bir yükseklik bulunmadığından tente germek mümkün olmuyor; ben de geçici çözüm için küreğin birisini köşeye dayayıp sırtımla da sıkıştırarak ucuna tenteyi bağlıyorum. Bu arada tentenin ne kadar gerekli olduğunu da yaşayarak anlamış oluyorum.
06.07.2000, Perş. 14:30
Rüzgar başladı, hemde Pupa'dan; yarım saat önceki denizin karmakarışık olması bu rüzgara delalet ediyormuş demek ki; kendiliğimden ayıbacağını öğrendim, uçarak gidiyorum. Malum, flok bir tarafta, ana yelken öbür tarafta olunca Ayıbacağı deniliyor, bu usulde alabildiğine hızlı gidiliyor, ancak tam rüzgar altına gitmek zorundasınız, hafif iskeleye  ve sancağa dümen kırmanız gerektiğinde ayı bacağı pozisyonu tutmuyor.
06.07.2000, Perş. 16:07
ŞARKÖY'e girmek üzereyim, buraya kadar hep pupadan rüzgar aldım, harika bir duygu, İstanbul'dan bu yana umduğumuz rüzgarı ilk defa burada buldum ve hayatımın ilk yelken seyri diyebilirim son birbuçuk saatlik seyre. Tekirdağ ile Şarköy arasında  bir depo (12 Lt.) benzin yaktım, bunda rüzgarın olumlu katkısı büyük. Hala yedekte 15 litre mevcut ama yola devam etmeye güvenemiyorum, bir depo daha benzin alıcam. Şarköy'de ikmal için mola vermemiş olsaydım belkide akşam üzeri Gelibolu'da olurdum diye düşünüyorum.
06.07.2000, Perş. 17:33
ŞARKÖY'den 11 litre benzin ikmali yaptım. Balıkçı barınağına girişte  bir balıkçı teknesinin üzerine aborda olurken yandaki teknenin üstünde hem şarkılar söyleyip hem de beni izleyen 7-8 yaşlarındaki kızlara içme suyu  sorunca, bidonumu isteyip okullarının yanındaki herkesin sıra bekleyerek su aldığı çeşmeden doldurmayı teklif ettiler, bende verdim bidonu ellerine; benzin ikmalinden dönünce baktım doldurmuşlar bidonu; hemen bir bardak test maksadıyla içtim ki hakikaten sıra bekleyerek  almaya değecek değerde bir su imiş. Bu yardımsever, şirin  kızlara teşekkür ederek çıktım barınaktan.
06.07.2000, Perş. 18:15
Şarköy'den yine harika bir Poyraz ile çıktım; pupa seyrinde uçarak gidiyorum. Dikkatimin tamamı yelkenlerin üstünde; iskotaları elimde tutuyorum, ters bir rüzgar alırım da alobora olurum diye. Yelkenler ayıbacağı; dalga boyları rüzgarla birlikte yükseliyor. Bu rüzgar İstanbul'dan itibaren olsaydı seyir üç gün değil birbuçuk günde biterdi diye hesap ediyorum.
İsmini bilmediğim, Şarköy'ün güneyindeki burunda yer alan fener geçildi.
06.07.2000, Perş. 21:17
Bolayır altlarındayım; hava karardı, neyse ki ay aydınlığı,  ismini sonradan öğrendiğim denizin ortasındaki Doğanaslan fenerini bordaladım. Barınacak yer bakıyorum ama görünürde bir ışık dahi yok, bu şartlarda kıyıya yaklaşamam, mecburen karanlıkta olsa yola devam etmek daha emniyetli değerlendirmesinde bulunuyorum. Dalgalar beni kaldırıp kaldırıp indiriyor; dümene epey yük biniyor.
06.07.2000, Perş. 23:00
22:00 sularında Doğanaslan açıklarında korktuğum başıma geldi, elimdeki dümen birden boşladı; bu defa da alttaki menteşenin pirinçten uydurduğum çivisi kırılmış. Durum tehlikeli, hemen ani durum değerlendirmesi yaptım ve başladım kendime komutlar vermeye, "Hulusi, dümeni içeri al", aldım; "Hulusi, anayelkeni indir", pat pat pat, indiriyorum; "Hulusi, motoru çalıştır", emektar Allah'a şükür bir çekişte çalışıyor ve dümen görevini üstleniyor; şükrediyorum, vartayı atlattık sayılır. Flok açık duruyor; bu ön yelken hem seyri hızlandırıyor, hem de rota tutmaya yarıyor. Karşıdan görünen ışıkları ben önce Anadolu yakasındaki Lapseki ve Çardak'a ait ışıklar zannettim ve dümeni sancağa kırdım; bir baktım ki kıyının üzerine gidiyorum, hemen iskeleye döndüm. Çok dikkatle bakıyorum ama bir türlü Gelibolu fenerini göremiyorum. Meğerse tekne alçak olduğu için yüksek rakımlı Yıldırım Kışlası burnu (Eğritaş) arkasında kalan feneri saklıyormuş  Görünen koyu ışıklar da Lapseki değil Gelibolunun eski çöp dökülen, yeni sayfiye yeri Eğritaş imiş. Bunu farkedince hemen açığa aldım ve  çakan  feneri gökyüzünde farkedebildim. Dalgalar hala beni kaldırıp kaldırıp indiriyor. Olası kötü durumlar için alternatif çözümler tasarlıyorum; mesela, motorum da arıza yaparsa küreklerimle tekneye yön veririm, zaten açık  olan flok da beni hareket ettirir ve Gelibolu'ya kadar ulaşırım diyorum. Neyse, daha kötüsü olmadı, emektar 78'lik Mercury beni sağ salim Gelibolu'ya getirdi. Teknenin yüksek kenarlı olması o kadar dalgada benim kuru kalmamı da sağladı, hiç ıslanmadım desem yeridir.  Gelibolu fenerini geçtim, artık Gelibolu'nun yürüyüş güzergahına yakın seyrediyorum; el feneri ile yine sağa-sola ve yelkenlere ışık çakıyorum; ileriye ışık çaktığımda birden irkildim, önümde fosforlu bir şnorkel, hemen açığa kırdım, neyseki fosforlu şnorkel gece dalışı yapan adamı farketmemi sağladı, epey korktum. Sağ salim geldim derken hiç akla gelmeyecek bir kaza yapıyordum. Gelibolu'nun iç limanına girdiğimde samimi bir şükür çektim, işte sağ salim memleketime ulaşmıştım. Ulaşmıştım ama mecalimde tükenmişti; telefon edecek  gücü bile bulamadım,  benim tekneden biraz büyük bir yelkenlinin yanına çekip, bağlayıp vurdum kafayı.
07.07.2000, Cuma. 07:00
Derin bir uyku çekmişim, uyandığımda epey heyecanlıydım; telefon ettikten hemen sonra  palamarları çözdüm, rüzgar kalmış, ancak ben yelkenleri açtım yinede, ee kolay mı bir yelkenli tekne getiriyoruz. Köyümüz Burhanlı, karayolu ile Gelibolu'ya 15 Km uzaklıkta, denizden ne kadar mesafededir bilemiyorum; bir saatte köye ulaştım; kuzeydeki Dırak Burnunu dönünce balıkçı teknelerinin bağlandığı köyün altındaki koyda ailemi beni beklerken buldum; sonradan takılıyorum, bir boru trampet takımınız eksikti diye. Koyda şöyle bir tur atıp yanlarına yanaştım; benim gibi bir acemiye uzun sayılabilecek bu üç günlük seyir ve beraberindeki hasret, mutlu sona ermişti; şükürler olsun, darısı nice deniz aşıklarının başına.   Babam, "Tekne tahminimden daha iyiymiş" diyor; annem de "Bekleyen derviş, muradına ermiş" diye ekliyor, benim yıllardır bu uğurda verdiğim  çabayı ve hayallerimi kastederek. Allah'ın izni ile daha mükellefine de sıra gelecek.

                  Tekneyi köye getirdikten iki gün sonra tatilim bitti, İstanbul'a işime döndüm. Bir sonraki hafta sonu tatili için Cuma akşamı  köye döndüğümde kötü haberi aldım; tekne bir yasa tanımaz  yolcu vapurunun dev dalgalarıyla karaya vurmuş; Allah'a şükür ki sahil kumluk tekneye birşey olmamış. Babam, zaten böyle bir neticeyi bekliyor, beni de ikaz ediyordu; hemen 40 litrelik büyük bir plastik bidonun içinden 16'lık inşaat demirleri geçirdim ve içine de beton dökerek bir tonoz hazırladım; ucuna da 10'luk 5 metre bir galvanizli zincir ve şamandıra bağladım. Sonra da Babamla birlikte bağlama yerimize ahşap bir iskele yaptık, 1 metre eninde, 25 metre uzunluğunda. İskelenin doğru ilerisine hazırladığım tonozu teknenin arkasına asarak taşıdım ve 40 metre kadar ileriye attım.  Teknenin baş bağlama ipi şamandıranın ucundaki fırdöndönön içinden geçip iskeleye geliyor; kıç bağlama ipini boşlayıp, baş ipini de çekince tekne açılıyor ve kıyı dalgalarından kurtuluyor. Bu sistem epey takdir topladı ama her perşembe sabah 07:00 sularında İstanbul istikametine giden, aynı günün gecesi de Çanakkale istikametine dönen mavi renkli o sözkonusu yolcu gemisi bu defada zinciri kopartmak suretiyle tekneyi karaya attı. Gelde çıldırma, nerede Boğazda 10 milin üzerinde sürat yapılmaz diyen mevzuat ve onun takipçileri. Sadece ben değilim zarara uğrayan, benim tekne gibi onlarcası var hasara uğrayan, karaya atılan. Toplanıp bir dilekçe yazdık; ekine aynı hususta yazılmış 1995 ve 1997 tarihli dilekçeleri koyup Çanakkale Valiliğine gönderdik; talebimiz öncelikle mevzuat hilafında seyreden gemilerin süratlerinin sınırlandırılması, ikinci ve en önemlisi de ekmeğini denizden çıkaran onlarca vatandaşı bulunan Burhanlı köyüne bir balıkçı barınağı yapılması. Proje çalışmaları 1993 yılında tamamlanmış olan Balıkçı Barınağı için devlet yıllardır ödenek tahsisinde  bulunmuyor ve halk da doğal etkilere açık bu koyda diken üzerinde bekliyor. İşin kötü ve üzücü tarafı; bizim dilekçeyi vermemizin üzerinden aylar geçmesine rağmen hala o mavi gemi her perşembe aynı süratte geçiyor (25 mil süratinde olduğu tahmin ediliyor) ve kıyıları allak bullak ediyor; devletimizde maalesef otaritesini gösterip bir tedbir alamıyor, almıyor.  (NOT: Dilekçemiz 2001 yaz’ında etkisini gösterdi, Çanakkale Milletvekillerimiz Sn. Nevfel ŞAHİN ve Sadık KIRBAŞ beyler konuya duyarlılık ve hatta beni arama ve bilgilendirme nezaketini gösterdiler; Yunan bandıralı Olimpic Voyager isimli gemi normal süratinde geçmeye başladı; ancak hala bir Balıkçı Barınağımız yok, bu konunun da takipçisi olacağız.)


Bundan beş yıl kadar önce idi; Samsun, Sinop, Zonguldak kıyılarını takiben ve otomobille karadan gezerek seyahat etme imkanı bulmuştum. Sinop'un Akliman'ı ile Gerze'deki Gideros koylarında gördüğüm yabancı bandıralı tekneler ve göremediğim yerli tekneler beni ziyadesiyle duygulandırmıştı. İşte bu duygularla  dedimki; Allahım ne olur bana da kısmet et bir tekne ve buralara bir de deniz yolu ile gelebileyim; sancağımızı buralarda dalgalandırayım. Ve başladım çabaya; henüz oralara kadar seyredecek bir tekne edinemedim ancak herşeyin tedrici olması, adım adım elde edilmesi güzeldir; kısmet bundan sonraya.  Allah, Dünya denizlerinde Türk Bayrağını dolaştıran yürekli denizcilerimizin miktarını arttırsın; onların yar ve yardımcısı olsun. Kalın sağlıcakla.