GÜLEN MARTI
MARMARA ADASI SEYİR DEFTERİ-2009
Planlanan Rota :
Kendi tadil ettiği minik yelkenli
teknesi ile hemen her yıl Marmara Adaları gezisi yapan Naci DOĞAN hocamın anlatımları,
burnumuzun dibindeki Marmara takım adalarının o eşsiz koylarını gezme isteğimi
bir tutku haline getirmişti. Hem sonra,
yıllar önce, 2000 yılında, yine Naci Hoca ile yaptığım İstanbul-Gelibolu
seyrinin tadı da damağımda kalmıştı. Bu seyehatin öyküsü Yelken Dünyası
dergisinin Nisan 2001 sayısında yayımlandı. Ayrıca, www.yelkenci.org/gezinotlari.php?a=18
sitesinden de okunabilir. Teknemin Gelibolu-İstanbul taşımasını karadan,
İstanbul-Gelibolu seferini de denizden tekrarlamak için altyapı hazırlıklarım
yıllarımı almıştı. Altyapı dediğim, Teknenin Belgelerinin tamamlanması, babamın
arabasına çeki tertibatı taktırıp,
teknik şartnamesi ile ruhsatına işletilmesi ayrı bir yazı konusu olur. Ancak, ne
yazık ki bu planım da bir türlü gerçekleşemedi.
Bu uzun yılların hayali deniz seferi
için hazırlık safhası, geçen bütün bir kış dönemini kapsadı neredeyse. Her gün mesai bitiminde çıkmadan hemen önce
ziyaret ettiğim ikinci el dıştan takma
deniz motoru satan internet sitelerinde ikinci el deniz motoru arayışlarım epey
sürdü. Sonunda aradığımı buldum; bir
Cuma akşamı çıkarken incelediğim siteye yeni düşmüş tam aradığım niteliklerde, faturalı, 4 zamanlı, 2003 model, 9.9HP gücünde
bir motor. Hep Honda marka olsun
istiyordum ama kısmette Mercury varmış. Hemen motorun sahibini aradım. Ertesi
gün oğlum Mehmet Akif ile birlikte Sarıyer’e, motoru görmeye gittik. Niyetim olduğu için
yanıma yeteri kadar da para almıştım. Baktım ki ağır bir motor; meğer o
yıllarda 9.9’luk motorlar, 15’lik motor
silindir hacmi ie (323cc) üretiliyormuş. Eski sahibine göre, ağırlığı göz ardı
edilirse bu bir avantaj imiş; neredeyse 15’lik gücünde 9.9’luk motor almış
olacaktım. Hem sonra Mercury için de değerlendirmeleri ilginç geldi; Sahil Güvenlik’in bu markayı tercih etmiş
olması iyi bir testten geçirilmiş makine markasına işaret ederdi. İkna oldum; pazarlık yapıldı ve kafamda geçen
makul bir rakama motor alındı. Faturasının arkasına Alım-Satım Sözleşmesi
yazılıp karşılıklı imzalandı. O da ilk sahibi değilmiş; noter devir teslimi
için beni ilk sahibi ile görüştürdü; randevulaştık. Ve motor artık arabamın
bagajında. Bir hafta sonra Noter devri için eski sahibi ile Mecidiyeköyde
buluştuk. İşimiz kısa sürede hallolur diye düşünüyordum; üstelik de Noter
sakindi. Ama gelin görün ki işimiz uzun sürdü de sürdü. Meğer, bir deniz aracı
devir teslimini ilk defa yapıyorlarmış; ellerinde örnek format olmayınca, Noter
Yardımcısının aramadığı yer, bakmadığı mevzuat kalmadı. Sonra bir form
belirledi de devir teslim yapılabildi. Devir faturasına göre yapıldığından bu
defada tutturdu fatura değerinden aşağı olamaz diye. İtiraz edilirdi ama artık
bekleme gücümüz kalmadığından çaresiz razı olduk; o da bu vesile ile noter
masrafını arttırmış oldu. Bu arada şunu
da önemle belirtmeliyim ki, deniz araçlarının devir teslimi Temmuz ayından
itibaren Liman Başkanı huzurunda yapılmaya başlandı; artık Noterlerle işiniz
olmayacak.
Motor alımı en önemli yekünü
oluşturduğundan diğer hazırlıklara başlayamamıştım. Motordan sonra diğer
hazırlıklarım da hızlandı. Önce bir Tedarik Planı hazırladım ve adım adım
hazırlıklarımı tamamlamaya başladım. Gezi Hazırlık ve Tedarik Listesi amatör
denizcilere bir referans olması için aşağıdadır.
2000 yılında yaptığım seyehatte, ikinci el aldığım teknenin ne resmi evrakı ne de benim Denizci ehliyetim vardı. Zaten o tarihlerde Denizlerimizde bunları arayan da yoktu. Ama sonrasında Avrupa Birliği yolunda küçük büyük tüm teknelerden belgeleri ve emniyet tertibatı ile kaptanından ehliyet aranmaya başlanmıştı. Aranmaya başlanmasıyla birlikte de bir çok kişinin bu yolda ağzı çok ağır cezalarla yanmıştı; ancak, belge almanın kolaylıkları yoktu. Mesela, ikinci el deniz araçlarının nasıl belgeleneceği bilinmiyordu. Denizcilik ehliyetini Liman Başkanlıkları veriyordu vs. Başka mevzularda, Devlet kapısında yıllarca verdiğim uğraşlar beni de ürkütmüş olmalı ki uzun süre belge eksiğimi tamamlayamamıştım. Neyse ki Amatör denizcilerin, dernekler ve Federasyon aracılığı ile yaptığı mücadele belge tedarikindeki muğlaklığı giderdi. Mesela, eskiden Tarım Müdürlükleri tarafından Balıkçı Teknesi olarak belgelendirilen teknem için, artık “Özel Tekne Belgesi” isimli bir belge türetildi ve Liman Başkanlığı tarafından verilmeye başlandı. Sonra, Medeni Kanundan hareketle zilliyeti ispat edilebiliyorsanız (örneğin Muhtardan, o aracın uzun yıllar sizin kullanımınızda olduğunu Sahiplik Belgesi onaylatarak teyit edebilirsen) Liman Başkanlığından Özel Tekne Belgesi (ÖTB) alabilmenizin yolu açıldı. Belgenin arkasında Zorunlu teçhizat ve tavsiye edilen emniyet teçhizatı listelendi. Bu çok önemli; mesela eskiden küçücük bir teknede 5-6 bin dolarlık emniyet teçhizatı bulundurmanız gerekiyordu vs. Sonra, Amatör Denizcilik Federasyonu kuruldu ve sıkı bir imtahanla Amatör Denizci Belgeleri (ADB) bu federasyon aracılığı ile verilmeye başlandı. Denizin B sınıfı ehliyeti gibi bir şey.
Ben de önce Teknem için ÖTB aldım.
Hoş devlet baba bugün git yarın gel’lerle bütün açıklığa rağmen yine de beni
epey uğraştırdı. 4,25 Mt. Boyunda ceviz kabuğuma gemi muamelesi yaparak Sörveyler
ölçüme tabi tuttular ve tonilotası belirlendi. İkamet ilmuhaberine göre işlem
yaptıklarından; benim de ikametim İstanbul olduğundan, Babamın üzerine
işlemleri gerçekleştirebildim.
Sonra,
Amatör Denizcilik Federasyonunun çıkardığı ve Özel Teknelerde de bulundurulması
zorunlu olan Amatör Denizci El Kitabından sıkı bir ders çalışması ile Ataköy
Marinada konuşlu Amatör Denizcilik Federasyonununda (ADF), Amatör Denizci
Belgesi (ADB) imtihanına girdim. Bilgisayar ortamında ve harita üzerinde
ölçümler, mevki koymaların da bulunduğu imtihanı daha ilkinde geçtim. Evveliyatımdan
gelen pratik olunca nazari bilgilerle bağdaştırmak kolay oluyor; yoksa imtihan
epey zorluyor. Bilgisayar ortamında olunca; imtihanın bitişinde sonuçlar hemen
açıklanıyor. Yanımdaki kişinin üçüncü
girişinde de kıl payı kaybettiğini görünce, halime şükrettim.
Belgeler
tamamlanınca başladım diğer eksikliklerimi gidermeye. Bir Kontrol ve Tedarik
Listesi hazırlamıştım. Bu liste hem edineceğim malzemeleri unutmamamı, hem de
maliyetlerini çıkarmama yardımcı oldu. Listede bir de “Yapılacaklar” bölümü
vardı ki; o da benim hafta sonlarında Gelibolu’ya gidip, orada tekne üzerinde
bizzat çalışmamı gerektiriyordu ve epey de zaman alıyordu. Zaman alması biraz
da benim iş yapma tarzımdan kaynaklandı herhalde. “Kırk kere ölç, bir kere biç” sözünü
severim; böyle olunca uzun süre kafa
yorup, sonra icraata geçmek icabetti. Örneğin tente için çok uğraştım. Lalizas
marka krom iskeletini Naci hoca vermiş ve “Teknene nasıl uyduracaksın bakalım,
göster kendini” demesi üzerine, artık benim alalade bir işçilik yapmam mümkün
mü? Başladım, ölçmeye biçmeye, üzerinde kafa yormaya. En sonunda, orijinal ama
çok oynak; ayarlaması çok zor plastik
bağlantı parçalarını kullanmamaya karar verdim. Yerine krom dirsekler aldım.
Krom malzemeye diş çektirmesi ise bir mesele oldu. Tam üç ayrı yerde diş
çektirmeyi tamamlayabildim. Krom malzeme hemen sıvaşıyor ve aparatı zorluyor.
Tornacı düz parçaların dişlerini kolayca çekti ama kavisli parçalar tornaya
girmediğinden iki ayrı su tesisatçısında işimi ancak tamamlayabildim. Bir de,
45 derecelik kıvrımın tam ters yöne çevrilmesi gerekti. Bunun için de yine
kısıtlı aparatlarım olduğundan özel teknik kullanmam gerekti. Mesela borunun
düzgün kıvrılması için, içine ince kum doldurup çıkışlarını kapattım.
Kıvrılacak noktayı ısıtarak yavaş yavaş kıvırmayı gerçekleştirdim. Hafif
yassıma olduysa da neticede kıvrım düzgün bir şekilde gerçekleşti. Bu kıvırma
tentenin üst kenarında 30 cm.lik ilave genişleme sağladı bana. Ve tabii ki daha
geniş gölgelik. Sonra tekneye montesi ve tente kumaşı tedariki. Eksik ölçmeden,
daha doğrusu kenar ilavesini sonradan düşündüğümden ortaya çıkan ilave kumaş
ihtiyacı ile Kumaşçının peşine düşmem hep ayrı mücadele konusu. Bir pazarcıdan
aldığım kumaşın devamı için gittiğimde, o topu o hafta yanında getirmediğini
öğrenmenin sıkıntısı. Bir sonraki Pazar yerini öğrenme ve kumaşçının peşine
düşme. Neyse ki bu defa buluşabildik. Sonra, Anacığımın Lada marka el dikiş
makinasında tentenin dikilmesi. Annemin Babası, rahmetli Mehmet Emin Dedem 1955
yılında ırıp çekerek kazandığı para ile
alıp, anneme hediye ettiği Lada marka dikiş makinası. Siz Lada’yı sadece otomobil üreticisi zannederdiniz değil mi? Bak dikiş makinası da üretmiş.
Benim çocukluğum o makinanın başında annemin dikiş dikmesini seyretmekle geçti
neredeyse. Ailenin hemen her giysi ihtiyaçları o makinada dikilirdi; ben de
oturur başına annemi seyrederdim. O zaman Lada dikiş makinası evimizin tek
teknolojik aletiydi. Annemden kaçamak, oturur başına dikiş dikmeye çalışır; o
ara yakalanır ve bir sürü zılgıt yerdim. Bir kazaya kurban gidip, elimi
dikmemden korktuklarını anlamazdım ya da işime gelmezdi herhalde. İşte o
makinanın kumaşa göre ayarlanması ve yavaş yavaş önce ölç sonra dik ile
hazırlıkların uzaması…
22
Temmuz Çarşamba günü çıkmayı planladığım sefere ancak 25 Temmuz Cumartesi öğle
vakti çıkabildim. Cumartesi sabahı evimizin bahçesinde römorkunun üzerindeki
teknemin içine malzemeler yerleştirildi ve tekne Babamın traktörü ile çekilip,
denize atıldı. Sonra deniz üzerinde de bir takım hazırlıklar; direk dikilmesi,
armanın donatılıp neta edilmesi vb. 3 bidon (60 Lt) Benzin ve 1 bidon (kullanma
suyu) başaltına yerleştirildi. Uygun ölçülerde bidon bulmak için İstanbul’da ne
koşturmuştum. Musluklu kullanma suyu bidonu çok uygun du ama, başaltına
yerleşme yüksekliğindeki benzin bidonlarının ağzına marpuç ayarlayamamıştım.
Babamın tavsiyesi ile yanıma şeffaf boşaltma hortumu alarak ihtiyacı giderdim.
Ama yine de marpuç olsaydı motorun deposuna benzin aktarma kolay olurdu. Neyse
yükseklikleri tam başaltı yüksekliğindeydi ve ayak altından kalkmıştı ya bu da
yeterdi. Hem sonra öyle milimetrik yerleşti ki dalgalı havada çapariz vermesi
ve yerlerinden oynamaları da mümkün değildi. Bir başka faydası da şu oldu; yeni
motorumun ağırlığı fazla (50 kg.), ayrıca teknenin arka bölümünde de mürettebat
olarak bizlerin ağırlığı var; dolayısıyla kıç bölümü fazla batıyordu. Baştaki
bu ağırlıklar tekrnenin dengesini sağladı. Dalgalı denizde bu stabilite çok işe
yaradı.
Yiyecekleri iki meyve kasasında
toplayarak kamaranın içine yerleştirdim. Uyku tulumu, uyku padleri, haritalar
vd. malzeme de kamaraya yerleştirildi ki ayağımızın altında bir şey kalmasın.
Kamaranın dolu olması bu alanı gecelemek için düşünmediğimizden pek problem
çıkarmadı. Zaten sıcak olan havada kamara içinde gecelemek sıkıntılı olacağını
değerlendirerek, gece istirahatlerini havuzlukta yapabilmek için tenteye kenar
ilavesi düşünmüştük. Çok da iyi olmuş.
Vira
Demir (25.07.2009 Cumartesi 12:30)
25 Temmuz Cumartesi saat 12:30
sıralarında Babama el sallayarak vira demir edebildik. Burhanlı – Gelibolu
güzergahında yanımızda çocuklar da vardı. Kendilerine daha önce tedarik etmiş
olduğumuz can yeleklerini giyerek bizimle oldular. Bir hafta süre ile
çocuklardan uzak kalacağız. Geçen bir haftada da hazırlıklarla meşgul
olduğumuzdan onları denize çıkaramamıştık. Seferin başında deniz üzerinde
birlikteliğimiz çocukları çok memnun etti. Bir buçuk saatte Geliboluya ulaşabildik.
Hava gayet mutedil. Gelibolu da çocukları Aneannelerine bırakıp tekrar yola
çıksak biraz daha vakit harcanmış olacağından, akşama kadar
Şarköy’e ulaşmakta güçlük çekeriz diye düşündüm ve o akşamı da Gelibolu
da geçirmeye karar verdim. Böyle olunca Gelibolu sahillerinde gezmek için epey
vakit kaldı. Liman – Hamzakoy arası harikadır Gelibolu’nun; doya doya buraları
gezdik, fotoğraflar çektik.
Bayan
Meteoroloji
Kızım Nergis bu seyehat boyunca
meteorolojik bilgileri bize ulaştırmakla görevlendirilmişti. www.meteoroloji.gov.tr adresinden “Denizler İçin 3
Günlük Hava Tahmini” menüsünden bize hergün bilgi aktardı. Bu adresten
hakikaten çok istifade ettik; verdiği bilgiler neredeyse yüzde yüz doğruydu.
Ertesi gün için hava öğleye kadar 2-4 kuvvetinde, öğleden itibaren ise Marmara’da
havanın 3-5’e yükseleceği yazıyordu.
Yolculuk başlıyor (26.07.2009 Pazar
06:30)
Erken hareket edersek öğleye
varmadan Şarköy’e varırız diye 26 Temmuz Pazar sabah 06:30’da demir aldık.
Deniz sabah saatlerinde hep çok sakin olur. Böyle mutedil havada seyehatin de
tadına doyulmuyor. Gelibolu’nun Dikilitaş mevkiindeki yazlıklar geçilene kadar gayet sakindi deniz.
Kahvaltımızı bile yolda yaptık. Ve o sakin ortamda Marmara adaları ve koylarına
ait alabildiğine hayaller kurduk. Ne zaman ki açık deniz karşımız da göründü,
başladı serpintiler. İnsanın gözüne
gözüne giriyor tuzlu su parçacıkları. Hava poyraz, rüzgar üzerine
gidiyoruz. Motor tıkır tıkır çalışıyor Maaşallah. Rüzgar ve dalga üzerine
giderken deniz serpinti üretiyor. Kamaranın yüksekliği bir kısmını önlüyorsa da
dümendeki beni etkilemeye başladı. Hanım kamaranın kuytusunda. Ben de hemen
dümen uzatma kolunu ekleyerek kamara kuytusuna sığındım. Dümen uzatması
orijinalinden alınan fikirle benim tarafımdan imal edilmiş bir aparat. Karaköy’den
50 mm çapında 110 cm uzunluğunda aldığım alüminyum borunun bir ucunu kıl
testere ile dikine 10 cm kadar yaprak yaprak doğradım; üzrene de 2 adet NiCr
kelepçe taktım. Alüminyum boruyu dümen
tutamağına geçirip kelepçeyi sıkınca dümen uzamış oluyor. Bir nevi uzaktan
kumanda yani. Aklıma 1980’lerdeki uzaktan kumandalı televizyonlar geldi.
Kanallar artmaya başlayınca bu kumandalar önem kazanmıştı. Uzaktan kumandası olmayan
da eline uzun bir çubuk alarak oturduğu yerden kanal değiştirebiliyor; bu da
ana haber bültenlerine mizah konusu oluyordu.
Eğitim
Şart
Hanım, yüzme yardımcıları ile
denizde yüzebiliyor ama çok iyi yüzücü değil. Onun için emniyet ve güvenlik
araçlarını kullanması önemli. Şakin sakin seyrederken bir taraftan eğitim
ihtiyaçlarımızı gideriyoruz. Can yeleği nasıl takılır çıkartılır; kaptan denize
düşerse nasıl davranılır, motora nasıl komuta edilir vb. Bu eğitim konuları
için bir de mini eğitim videoları hazırladık.
İlk
Mola
Serpintilerden rahatsız olup;
denize uzanmış bir İncir ağacına bağlanarak ilk molayı verdik. İncir ağacı bir
tatil sitesinin plajının yanında hoş bir yer. Islanan giyeceklerimi
değiştirdim. Bilmiyorduk ki sabah maruz kaldığımız serpintiler, öğleye doğru
maruz kalacağımız serpintilerin yanında gül suyu ile yıkanmış kalır… Mola verdiğimiz yer tam bir koy olmasa da
dalgalara kapalı sakin bir nokta idi. Ancak biraz ileride açıklarda kuzucuklar
kendini hissettirmeye başladı. Öğleye doğru beklediğimiz fırtına yavaş yavaş
kendini gösteriyordu. Epey deniz yiyeceğimiz belli olunca ben yağmurluğumu
çıkardım. Ve yola koyulduk. Biraz açılınca serpintiler başladı; hanım kamarada
kuru yerde. Ben dümendeyim; artık kamara kuytusu da işe yaramıyor. Onun için
uzatma parçasını çıkartıp motorun yekesine sarıldım. Yağmurluk epey işe yaradı;
yağmur gibi serpinti gelmesine rağmen ıslanmıyorum. Yalnız yüzüme vuran tuzlu
su gözlerimi müthiş yakıyor. Bir dahaya kenarları olan bir gözlük tedarik
edeceğim.
Sığ
Sular
Ortaköy’ün altlarında biraz hava
düştü. Sahilde bir hayvan çiftliğinin varlığı gözüküyor. Yüzlerce büyükbaş
Hayvan sahile salınmış, otluyorlar. Kimisi de kumlarda yuvarlanıyor. Hemen
ilerisinde binlerce martı sahile konmuş güneşleniyor. Harika bir görüntü. Hanım bir taraftan fotoğraf çekmeye çalışıyor.
Tüm seyehatimiz içinde en sakin anlarımızdı denebilir. Gayri ihtiyari sahile
yaklaştım. Birden motor sarsıldı; meğer 100 metre açıktayız ama deniz
alabildiğine sığmış. Haritaya da bakmadığımızdan gafil avlandık. Neyse ki dip
kumluk; motor da kilitli olmayınca, dibe değer değmez geriye doğru bir açı
yapıyor ve yükseliyor. Tecrübe mühim. Yıllar önce kilitli kullandığım White
Head marka İtalyan makinem seyehat esnasında dibe çarpıp; kilitli olduğundan
geriye doğru salınıp hareket edemediğinden, brakete bağlı noktasından döküm bir
parçası kopmuştu. O tarihten sonra ileri yolda motoru kesinlikle kilitlemem. Ne
demek kilitlemek; bir kol var onu indirdiğinizde, geri vitese takıp tornistan
hareket etmek istediğinde motor havaya kalkmıyor; kilit onu tuttuğundan geri
hareket sağlanıyor. İşte bununu için kilidi sadece tornistan harekette
kullanmak gerekiyor. Sair zamanda ileri yolda kilit, sığ sularda özellikle büyük
problem çıkartabiliyor.
Haritada Doğanaslan bankı denilen
yerde, burundan epey içeride denizin içine Fener yapılmış. Bu bölgeler sığlık
alan; ancak benim teknemin draftı düşük; motorla seyehat ettiğimden seyyar
salmayı da kullanmıyorum; dolayısıyla bir buçuk metre derinlikte rahat
seyredebiliyorum. Salma takılı ise ilave bir derinlik gerekiyor; altımda en az
iki buçuk metre deniz olması gerekir.
Doğanaslan bankını geçince bir
tatil sitesi görünüyor; Şarköy’den epey uzakta ama arkası çamlık, küçük de bir
girintide olduğundan çok dalga almıyor. Hava uygun olsaydı buralarda mola
vermek isterdim ama öğleye kadar Şarköy’e ulaşmayı hedeflediğimizden koylarda
mola hayalimizi Marmara adalarına bırakıyoruz.
İnce Burun
Karşıda İnce Burun gözüküyor. Ne
zaman Şarköy’e varırız diyen eşimi, şu burun kaldı, onu dolaşınca Şarköy’deyiz
diye oyalamaya çalışıyorum. Bir taraftan da serpinti yiyoruz. Onun için hanım
kamarada bulunuyor. Esintinin serinliği olsa da güneşli havada kamarada olmak
epey bunaltıcı oluyor. Yüzme bilgisi çok iyi olmayan Hanımın böyle bir seyehatte bana eşlik etmeye
cesaret etmiş olmasını çok önemsiyorum. Onun için, onu ürkütmemek için elimden
geleni yapıyorum. Dalgalar artınca
bakıyorum kendiliğinden can yeleğini takıyor. Normalde can yeleği ile bulunmak
çok sıkıntılı oluyor. Hava ve dalga durumu takip edilerek çok iyi yüzücü olunsa
bile can yeleği takmak önemli bir davranış tarzıdır.
İnce buruna yaklaşıyoruz; burun
istikametindeki dalgaların yüksekliği karşıdan
fark ediliyor. Orta süratle o dalgalara girdik ve başladık kuvvetli
şamar yemeye. Hatta bir tanesi sancak baş omuzluktan öyle geldi vurdu ki dalga
üzerimizden geçerken, kamaranın ön sancak tarafındaki pleksi pencereyi içeriye doğru göçürdü. Dolayısıyla dalgalar kamaraya
girmeye başlayınca hanım oldukça ürktü. Ben arkada dümenden ayrılamıyorum. Bir
taraftan bu dalgaların normal olduğunu, bir sıkıntı olmayacağını, burunu
dolaşınca sakinleyeceğini telkine çalışıyorum. Ama burun istikametine gelince,
çok ilerilerde gözüken Şarköy’e kadar, önümüzün Marmaradan gelen rüzgarlara
açık ve iyi dalga kabartan uzun bir sahil olduğunu görünce, bu sallantının daha
başında olduğumuzu fark ediyorum; fakat hanıma da renk vermemeye çalışıyorum.
İnsanoğlu sakinliğini
koruyabilirse en kötü durumda bile hızlı bir durum değerlendirmesi ile doğru
davranış tarzını bulabiliyor. Dediğim gibi paniğe kapılmamak çok önemli. Paniğe
kapılmamak için de, insanın kendine “Evet kötü bir durum var ama şu anda görev
bende ve işimi en doğru şekilde yapabilmem için paniğe kapılmamam lazım… “
şeklindeki telkin, sakinleştiriyor. Bu amansız dalgalarla boğuşurken doğru
davranışı çabuk buldum. Dalga ne kadar yüksek olursa olsun, teknenin başı
dalgayı baştan veya baş omuzluktan
alacak ve dalgaya girerken sürat birden düşürülecek. Böyle yapınca teknenin
başı dalgaya doğrudan girmiyor; dalga ile birlikte yükselerek, dalgayı aşıyor.
Dalgadan inerken sürat tekrar eski haline yükseltilebilir. Bu şekilde her
dalgayı takip ederek ilerlemek Kaptan için çok yorucu ve sürat da çok düşük oluyor
ama başka alternatif de yok ki. Teknemizin başaltındaki 60 litre benzin ve 20
litre su teknenin stabilitesini sağladı. Her ne kadar baş biraz battı ve bu
dalgalara girerken bir dezavantaj olsa da; tekne, ağır bir tekne gibi davranarak denge kazandı.
Bu sıkıntılı seyehat esnasında, okuduğum
denizcilikle ilgili makalelerden ve Halikarnas Balıkçısı’nın “Aganta Burina Burinata”
romanından olsa gerek, aklıma dalgalarla boğuşan denizcilerin limana
döndüklerinde yolda yaşadıkları bütün sıkıntıları bir anda unuttuğunu
düşünerek; acaba Şarköy limanına vardığımızda bizde bunları bir anda
unutacakmıyız diye aklımdan geçiyor.
Artan rüzgar baş ıstralyaya sarılı
flok yelkeni çözdü ve baş tarafta sağa
sola çarparak çapariz oluşturmaya başladı. O dalgada ben dümeni bırakıp
başa geçemiyorum. Neyse biraz ileride
bir yazlığın plajında dalgalara baş vererek ve motoru rölantiye alıp çok süratli davranarak kamara üzerinden
öne uzanıp, flok’u bağlayabildim. Flok biraz yırtılmış. Dalgalı havada tüm
malzemelerin neta edilmesi hatta camadan bağı ile bağlanarak sabitlenmesi çok
çok önemli. Flok’un yırtılmasını göz ardı etsek bile, sıkıntılı bir havada sağa
sola sallanarak ses çıkartan malzemeler müthiş moral bozuyor.
Burası kalmak için müsait değil.
Her ne kadar bir yazlığın plaj önü olsa da, açık denizden kopup gelen dev
dalgalar sahili dövüyor. Böyle bir alanda yazlık niçin alınır ki. Neyse, yola
devam kararı aldık; zaten yapacak bir şey yok. Ama bir taraftan da kamaraya
sığınmak durumunda kalan hanım oldukça tedirgin. Artık mola vermek için yer
arıyorum. Biraz ilerde hafif bir burun var; onun kuytusunda balıkçıların ağ
için yaptıkları iskele dikkatimi çekti. İskele var da, sağında solunda büyük
dalgalar patlıyor. Burayı yapanlar nasıl kullanmışlar bu iskeleyi bilmem. Sonra
bu tipte yapılmış epeyce iskeleye rastladım Şarköy taraflarında. Karaya,
birbirine eklenmiş ve tek direkler üzerine monte edilmiş kalaslarla bağlanıyor.
Üzerinde yürümek için cambaz olmak lazım; tansiyonunuz varsa binmenizi tavsiye
etmem. Keçi yolu gibi bir şey. Bir ayçiçeği tarlası önündeki bu iskeleye
yanaştım; dalgalar düşmüyor; fakat yapacak bir şey yok, bağlanmalıyım. İskeleye
aborda olmak mümkün değil; tekne iskelenin demir direklerine vura vura
parçalanır yoksa. Hemen denize atladım. Baştan bir halatı iskelenin en uçundaki
direğe bağladım. Hemen iskeleden de
uzaklaştırdım ve çapraz açığına 12 kg.lık ağır demirimi attım. Tekne ne
iskeleye yanaşabiliyor ne de açılabiliyor. Kıçtan da bir halat alıp karaya
bağladım. Tekne bu halde dalgalarda deli gibi inip inip çıkıyor. Yapacak bir
şey yok, denize inerek karaya çıktık. Kamaradaki ıslanan malzemeler de karaya
taşıdım. Giyeceklerin çoğu, uyku tulumları hatta yiyeceklerin bir bölümü
ıslanmış. Malzemeleri ayçiçeklerinin üzerine sererek kurumaya bıraktık. Üzerimizi
de kuru bulduğumuz giyeceklerle değiştirdik. Biraz istirahat ettik, öğle
yemeğimizi yedik. Ben tekneye geçerek üst kenarı göçen kamara camını tornavida
ile yerine yerleştirdim. Kuvvetli dalgada sallanırken zor oldu ama neticede
başardım. Teknenin içi neredeyse bir karış su dolmuştu. Bu suyu tahliye ettim.
Babam yolda sürekli aradı sağolsun. Bir ara denizde çekmeyen noktadan geçtik
herhalde ulaşılamaz olunca çok endişelenmişler. Arayınca rahatladılar. Tabii
onları üzmemek için bulunduğumuz noktadaki şartları tam olarak ona aktaramadım.
Biraz ilerimizdeki buruna birkaç
araba geldi. Denize girenler, balık tutanlar var. Görüştük; meğer günlük olarak
İstanbul’dan gelmişler. Böyle dalgalı deniz için ikiyüz km. neden katedilir ki.
Buruna yürüyüp arka tarafını gözledim, bir km. kadar ileri de bir tatil sitesi
ve önünde barınak görülüyor. Barınakta da epey tekne gözüküyor. Ben
bulunduğumuz noktada karada gecelenebileceğini ancak teknenin bağlı olduğu
noktada dalgalardan çok hırpalanacağını düşünüyorum. Bir alternatif de biraz
daha dalga yemeyi göze alıp bu tatil sitesinin barınağına sığınmak. Hanım
bulunduğumuz yerde kalmaktansa bu tatil sitenin barınağına gitmemizi tercih
edince anladım ki deniz onu tam korkutmamış. Cesareti beni sevindirdi. İkindi
namazını kıldıktan sonra baktık ki denizin de düşmeye hiç niyeti yok;
eşyalarımızı tekneye taşıdık. Hanım bindi. Ben de denizin içinde, kontrollu
olarak; önce kıç halatı çözdüm; sonra iskeleye bağlı baş omuzluk halatını topladım;
demir halatının bir kısmını toplayıp,
motoru rölantide çalıştırdım.
Demiri havuzluğu elimle koyup tekneye atladım; ama bacaklarımı nereye
çarptı isem, çiziklerle yaralanmışım. Hemen motora ileri yol verince kontrol
bana geçti. Rahatladım. İnce burundan bu noktaya gelene kadar edindiğim tecrübe
ile tekneyi yavaş ama dalgalar havuzluğa serpmeyecek şekilde sürmeye başladım.
Hedeflediğimiz noktaya, tatil sitesinin barınağına yaklaşınca hüsrana uğradık.
Barınak, dalgaların etkisiyle kum dolmuş; bağlı gözüken tekneler de meğer
baştan kumun üzerine çekilmiş duruyor. Hem de oldukça rüzgar alıyor. Teknenin
tentesini açıp, içinde konaklamak için kenarlarını indirmek bu rüzgarda mümkün
değil. Şarköy, uzakta ama karşıda görünüyor. Dalgalı denizde motorla nasıl
ıslanmadan seyehat edilir onun tecrübesini de kaptık; hızlı bir durum
değerlendirmesi ile pruvamızı Şarköy’e çevirdik. Bu kararımda hanımın denize
kötü bir tecrübe ile de olsa, dalgalara alıştığını görmem etkili oldu.
Pruvamızda Şarköy ağır ağır ilerliyoruz. Artık iskelemizde önce seyrek sonra
sık sık tatil siteleri görülüyor. Epey
açığımızda bir balıkçı teknesi, sallan yuvarlan balık tutuyor. Bize de güven
geldi. Şarköy’e gittikçe yaklaşıyoruz ama akşam da olmak üzere. Sahil
alabildiğine uzun; hava düzgün olsa buralar alabildiğine dolu olurdu. Bu
dalgalı havada tek tük de olsa denize girenler var. Hatta bizimle aynı
istikamette sahile paralel yüzen bir yüzücüye rastladık. Karşıda büyük bir
liman gözüküyor. Biraz sonra kuytusuna girince denizin de süt liman olduğunu
gördük. Saat tam 20:00’da kırmızı ve yeşil fenerin arasından limana girdik.
Şöyle bir turladım, Limanın en kuytu noktasını arıyorum. Baktım ahşap bir
yelkenli teknenin yanı boş ve limanın balıkçı malzeme odalarının önüne, rüzgara
kapalı bir noktaya kıçtan demir atıp,
baş verdim. Hemen baştan iki halatla bağlayıp, derin bir nefes aldık.
Tenteyi açıp, kenarlarını indirince havuzluğumuz geniş bir kamaraya dönüşüyor. Bu
seyehatte çok ıslanmamıştım ama yine de üzerimi değiştirdim. Havuzluktan
güneşin batışını seyrederken fotoğrafla da tespit ediyoruz. Kamara kapısı
havuzluktaki karşılıklı oturakların üzerine konulduğunda yemek masasına
dönüşüyor. Çakmakgaz ile çalışan minik tüpümüz sucuklu yumurtayı pişirmeye
başladı bile. Arkada Motorun kolunun üzerine
20 litrelik temiz su bidonunu bağladım; musluğunu da denize doğru
verdim. Kullanma suyumuz hazır hale geldi. Sofra donatıldı ve gönül huzuru ile
yemeğimizi yedik. Sanki o gün, öğle saatlerinde denizden hiç şamar yememiş
gibi. Sakin limana giren denizciler gün içinde denizle boğuşmalarını hemen
unuturmuş ya; bizim için de aynen öyle oldu.
Tekne’de
İlk Geceleme
Kenarları indirilmiş Tente,
dışarıdan bakıldığından Teknenin esteteğini bozuyor, gecekondu gibi gözüküyor.
Ama, görüntüsünü bir tarafa bırakıp işe yaramasına bakarsak 10 üzerinden 8
verilir. 2 puanı amatörce kesimine ve kenarlarının birleşmesinde onlarca
çengelli iğne kullanılmasından kırıyorum. Halbuki kenarlarına dikerim diye bir
rulo beyaz cırtcırt almıştım. Ama hazırlık safhasını uzattığından bunun ayarı
ve dikilmesinden feregatte bulunmuştum. Neyse bu haliyle de çok işe yaradı.
Teknenin iki kişilik bir kamarası var ama sıcak ve rutubetli ortamda burada
kalmak sıkıntılı olacaktı. Halbuki havuzluk gayet havadar bir mekan oldu.
Havuzluğun iki tarafındaki bir adam boyundan uzun oturaklar da uyuma alanı
oldu. Oturaklar biraz dar geldi; telafi etmek için aynı hizada küreklerimizi
yerleştirdim. Üzerine de uyku pedlerimiz serildi. Onun üzerine uyku tulumu.
Ancak uyku tulumu da sıcak gelince yanımıza aldığımız pikeler yeterli geldi.
Yorulmuşuz hemen uyuduk. Sabah ezanı
bizi uyandırdı. Deniz şafak vaktinde daha sakin ve harika oluyor.
Şarköy’de
İlk Kahvaltı
(27.07.2009 Pazartesi)
Minik gaz ocağımız yanmaya
başladı, üzerinde çay kaynıyor. Bakalım 120 gr.lık tüpü bizi kaç gün idare
edecek. Yanımızda dört adet de 300 gr.lık yedek çakmakgaz tüplerimiz var. 1990
yılında Artvin’de olduğum dönemde rahmetli Özal Sarp sınır kapısını açtığında
Türk Cumhuriyetlerinden bavul turizmi için turistler gelmeye başlamıştı. O
tarihte ilk defa gördüğümüz ve hayretle incelediğimiz tüplü otomobilleri ile
gelen turistler bavullarını açar ve getirdiklerini bize göre çok ucuz fiyatlara
satıyorlardı. Onlarda çok ucuz olan gaz, tüplü hale getirdikleri otomobillerini,
bir dolu depo ile Türkiye’ye getirip, geri götürdüğünü duyunca çok hayret
etmiştik. Türkiye’de de yaygınlaşan gaz; beraberinde gazlı otomobillerle bizi
de tanıştırdı son dokuz on yıldır. Neyse, o tarihte bavullarla gelen eşyaları
bir bir inceler bir iki dolara eşya kurtarırdık. Evet tabir de buydu, eşya
kurtarmak. Sen bugün ne kurtardın, ben ne kurtardım muhabbeti yapardık.
Alışveriş için ilk şart “Ran demi dolar?” tabirini öğrenmekti; yani “Bu kaça?”
demeyi. Sonra el işareti ile dolar pazarlığı başlardı; o iki isterse sen bir
verdiğinde pazarlık genelde biterdi. İşte böyle bir pazardan almıştım ilk
kampcı tüpümü; 2 dolara. Bugünün parası ile 3 lira yani. Ocak dağcı ve
kampcılar için yapıldığından çok kompakt ambalajlanmıştı. Silindirik bir dış
kabı içinde benzinli bir ocak ve iç içe giren, kulbu takılabilen alüminyum
kabları. Küçüğünü altta, büyüğünü üstte kullandığınızda çaydanlık oluyor. Ocak
benzinli ve pompa ile içine basınç yapınca çalışıyor. Çalıştırma usulünü dil
sorunundan dolayı satandan öğrenemedim. Sonra uğraş bakalım deneme yanılma
usulü ile. O tarihte askerim; levazımcıların bu usülde çalışan ocakları car;
onlardan yardım istedim. Yanımızda yangın söndürücü ile deneye deneye usulünü
kaptık. Ama birkaç kere de parladı; yangın söndürücü ile söndürebildik. Sonra
uzun yıllar bunu kullandım ama yakılması sorunlu oldu hep. Üstelik iyi
ayarlayamazsan is yapıyor ve kapların altını kirletiyordu. Sonra, benzinli ocak
kullanımı tehlikeli de oluyordu. Daha sonra Sivas’da avcılığa meraklandım bir
dönem, Av dükkanında Japon Tokai marka çakmak gazla da dolabilen bu ocağı
bulduğumda hemen aldım. Eski ocağın kapları ile kullanmaya başladım. Bu ocak
hafta sonları müdavimi olduğumuz pikniklerde de çok işe yaradı. Temel işlevi
çay yapmanın yanında bize ne sucuklu yumurtalar, ne melemen’ler pişirmiştir.
Ocak, son seyehatimiz de kullandığımız kadar hiç bu kadar kapsamlı
kullanılmamıştı. Bu defa, çay ve sucuklu yumurtanın ötesinde makarna ve hazır
çorba’da yaptık onda.
Şarköy’de
Gündüz ve Gece
Bulunduğumuz Liman sosyal
ihtiyaçlar için nefis bir yer. Hemen ilerimizde Sahil Güvenlik var; dolayısıyla
güvenli bir yer. Şehrin tam ortasında, çarşıya iki adım. Liman ağzında çeşme,
lavobolar, balık ekmekçiler, büfe vs. her şey mevcut. Önce hem çarşıyı
tanıyalım hem de küçük ihtiyaçlarımızı giderelim diye çarşıya çıktık.
Dediklerine göre kasabanın nüfusu yaz aylarında altı kat artıyormuş. Ancak bu
kalabalık gündüz vakti çarşılarında çok dikkat çekmiyor. Ne zaman ki akşam
oluyor; hareketlenme başlıyor. Burası sanki Bodrum; sahil plajlar, hemen
gerisinde yürüyüş güzergahı var. Akşam saatlerinde bu güzergahta bir kalabalık
başlıyor ki neredeyse sabahlara kadar sürüyor. Bir gece saat 03:30’da
uyanmıştım; baktım teknenin başında konuşmalar var. Bir karı koca ellerinde
çekirdek bizim teknenin küçük ama usturuplu bir tekne olduğundan bahsediyorlar.
Hareketlilik sabahlara kadar sürüyor. Gündüz muhtemelen plajlar doluyordur ama
bizim orada bulunma gerekçemiz havanın bozuk olması olduğundan; dalgalı denizi
sanıyorum çok tercih etmediler ki plajlar da tenha idi. Turizm derneğinin
reklam broşürlerinden öğrendiğimiz kadarıyla plajları mavi bayraklı imiş.
Sonra, mevsim boyunca sahile paralel esen rüzgar yüzünden de rüzgar sörfü için
çok elverişli bir alanmış.
Çarşı,
Pazar
İstanbul’un tahtakalesinin ticaret
hayatındaki yeri bilinir. Neredeyse Tahtakale malzemeleri diye bir ticari tür
oluşmuştur. İstanbul dışında bir çok yerde gördüğüm gibi Şarköy’de de bir
Tahtakale pazarı gördük. İçinde ne istersen var, üstelik Çin malları çok da
ucuz. O kadar planlama yaptım, yazdım çizdim yine de eksiklerimiz çıktı. Mesela
öte berilerimizi toplayacak, serpinti olduğunda da ıslanmayacak plastik kapaklı
kutular aldık; ne var ne yok her şeyi topladı. Sonra ayna, mandal gibi şeyler.
Bir de tuz unutmuşuz; hadi ben kullanmıyorum üç beyazdan biri diye ama hanım
istedi. Artık bunu da Tahtakale pazarından almadık canım; tatil yerinde
İstanbul kaynaklı bir sürü mini market var. Hem de aynı markadan birkaç
tane. İstanbul da alıştığınız alışverişi
bura da yapabiliyorsunuz. Ancak dikkat çeken hemen her market ve büfenin bir
şarap satış standı bulunuyor; burası üzüm diyarı ya… Neyse, satmayanı da var.
Bir de nalbur aradık; sert strafor
plakası almak için. Bunu uygun ölçülerde kesip havuzluğun tabanına döşedim.
Öğleye doğru dondurma molası
verdik. Dondurmacının İstanbul kökenli olduğunu öğrenince yorum geldi; buranın
esnafı da yazlık. Örneğin sizin İstanbul’un bir yerinde bir ticarethaneniz var
ama yazın İstanbul’da müşteri azalıyor. Ne yapacaksınız. Ver elini insanların
aktıkları sahil şehirleri. Oralarda yazlık bir yer kiralayıp İstanbul’daki
düzenin bir kısmını buraya taşıyorsunuz. Hele aile şirketi ve birkaç
kardeşseniz; kardeşlerden biri hem tatil yapacak hem de işletmesinin başında
olacak. Diğer kardeşler de ona misafir giderek veya görev değiştirerek tatil
ihtiyaçlarını karşılayacaklar. İşte Türk müteşebbisi.
Etrafı tanımak için Turizm
Derneğine uğradık. Görevli Kız, bizden önce gelen motorsikletli turistlere otel
tarif ediyordu; “…buradan şimdi bu tarafa go, sonra sağa turn, hah işte orda ….
Hotel.” Turistler bir şey anlamadı;
gitmek te bilmiyorlar. Sonunda kız diğer görevliyi çağırdı; dediğine göre o
arkadaşının yabancı dili bu kızdan daha iyi imiş. İşte hali pür melalimiz.
Neyse bizim dil sorunumuz yoktu; bölgenin broşürlerini tedarik ettik. Ayrıca
hakkını yemeyelim; Mürefte, Hoşköy, Uçmakdere, Üzüm bağları gibi minibüsle
günlük gezilebilecek yerlerin olduğunu söyledi. Hava düşmezse ertesi gün bu
alanları gezmeyi planladık.
Karadan
Keşif
(28.07.2009 Salı)
Hava düşmedi; İstanbul’a gitmek
üzere aşağıdan gelen tekneler Şarköy limanında konaklıyorlar. Onlardan da
aldığımız meteoroloji bilgilerine göre daha bir müddet daha böyle gidecekmiş. Bari
biz boş durmayalım, kara yolu ile gezmek üzere sabahtan yollara düzüldük.
Gezeceğimiz yerler Şarköy’ün Tekirdağ istikametinde; çok kısa aralıklarla
minübüsler çalışıyor. Mürefteye gitmek üzere minübüse bindik. Yol boyunda
birbiri ardına uzanan Zeytin bahçeleri ve Üzüm bağları bölgenin ana geçim
kalemlerinin bunlar olduğuna işaret ediyor. Arada bir Yağ ve Şarap
fabrikalarına rastlanıyor. Yolda bölge insanı ile sohbet ediyoruz; zeytinin
bakım ihtiyacının çok olduğunu söylüyorlar.
Kirazla karşılaştırma yaptı birisi, zeytine dokuz defa ilaç atılması
gerekiyormuş; kiraza üç defa ilaç yapsan yetermiş. Kiraza yatırım yapmış biri
olarak yüreğime su serpildi. Halbuki bana kiraz/kayısı dikeceğine neden zeytin
dikmedin diye epey tazyik vardı. Tabii bizim oranın insanı zeytine yapılan bu
bakımlardan haberi yok; hemen hiç kimse zeytine ilaç atmaz, budaması ile
uğraşmaz. Şarköy’lü bak öyle mi; dediğine göre zeytin ağaçlarının altından
ayrılmazlarmış.
Eski bir yağhane gezmeyi çok arzu
ediyordum; bulamadık. Bununu yanında, birkaç tane şarap müzesi var. Kuruluş
tarihlerinin 1800’ler olduğu, ilk sahiplerinin Rum olduğu, Cumhurbaşkanı Cemal
Gürsel gibi birçok devlet büyüğünün fabrikalarını ziyaret ettiğini öğreniyoruz.
Bu arada yağhane gezmek isteyenler için İstanbul’da Hasköy’deki Koç Müzesini
tavsiye etmek gerekir. İnteraktif bir müze; yağhanenin kapısından giriş
yapıldığı anda ışıklar yanıyor; yağhanenin çarkları dönmeye başlıyor. Zeytinin
yağhaneye giriş yapmasından itibaren Zeytinyağı olana kadar tüm aşamaları, cihazların
yanlarında yer alan açıklamaları ile beraber inceleyebiliyorsunuz. Böyle bir
taş baskı yağhane bulabilirseniz; taş baskı ile sıkılmış sızma zeytinyağını
kaçırmayın; atın içine biraz kekik ve sabah kahvaltısında daldırın ekmeğinizi
içine. Benim bir tarafım da zeytinci olduğundan taş baskının değerini bilirim.
Şimdilerde Continue sistemler var; bu makinalar saatte üç ton zeytin sıkan
robotlar. Hemen hemen yılın on ayı yattıklarından iki ay gece gündüz
çalışmaları maliyetleri açısından gerekli. Bunlarda çıkan yağın ruhu kaçıyor
adeta.
Mürefte’de öğle namazı vaktine
kadar oyalandık. Sahilde, denizden buralara gelebilseydik kara nasıl görünürdü
acaba diye hayallere daldık. Naci hoca bize Şarköy limanı yerine Mürefte
limanını tavsiye etmişti ama bence hiç de öyle değil. Bir defa Müreftenin
limanı korunaklı ve güzel ama kasabanın epey dışında. Günlük ihtiyaçlarınızı
almak için epey yürümeniz gerekecek. Onun için iyi ki Şarköy limanında kalmışız
diye şükrettim.
Bir
karşılaştırma…
Yine minübüslerle, bağ ve zeytin
bahçelerinin arasından yola koyulduk. Yollar çok dar. Devlet buradaki
kasabalara çok güzel limanlar yapmış ama karaya pek önem vermemiş. Bizim o
taraflara da tam tersi. Örneğin Gelibolu’nun tarihi iç limanları olmasa
teknelerin barınacakları yer yok. Yelkenli tekneler geldiğinde problem oluyor;
hele uzun salmalı yelkenliler limana giremeyip açıkta alargada kalıyorlar.
İstanbul’dan başlayıp Akdeniz’e uzanan yelkenli yarışlarında Gelibolu ilk günün
sonunda çok önemli bir durak. Ama gelin görün ki limansızlıktan dolayı yaşanan
sıkıntılardan yelkenciler buraya girmek istemiyorlar. Halbuki Gelibolu
Osmanlı’nın tersane ve Kapudan-ı Derya kenti imiş. İmralı fatihi Kapudan-ı
Derya Emir Ali Paşa burada yatıyor. Eskiden gelip geçen gemiler mezarının
hizasına gelince selamlama düdüğü çalarlarmış. Sonra Gelibolu’nun mevcut iskelesinden
arabalı vapur ve arabalı özel tekneler çalıştıklarından şehir içinden
alabildiğine trafik oluşturuyorlar. Şarköy ve Mürefte’nin her ikisinde de
kapalı limanların yanında, alabildiğine
uzun iskeleleri var. Neredeyse mega turist gemilerinin yanaşmasına uygun
büyüklükte. Ama gördüğüm kadarıyla hemen hiç kullanılmıyor. Bunlar insanların
gezi güzergahı olmuş, başka da bir işe yaramıyor. Hayıflanmam şundan, ihtiyaç
olmayan yere yapılmış, ihtiyaç olan yere de yapılmıyor ya; işte ondan
üzülüyorum. Bu Devlet Planlama Teşkilatı ne işe yarar acep?
Hora
(Hoşköy) Feneri :
Minübüs şöförüne Hora fenerine
gideceğimizi belirttiğimizden kasabaya girmeden bizi indirdi. Fener yolun
üstündeki yüksekçe bir tepenin üzerine kurulmuş. Toprak bir yolu var. Biz
gittiğimizde in cin yoktu. Zamanında Fenerci ailesinin (Gardiyan) kaldığı bir
müştemilatı var. Şimdilerde kapalı. İlk başlarda gazlı fitillerle, her üç
saatte bir kurularak çalıştırılan Fener,
artık 1000W’lık elektrikle çalıştırılıyor ve gardiyan gerektirmiyor. Fransız müteahhitler tarafından 1861’de Fransa’dan
getirilen döküm parçalarla fener inşa edilmiş; hala orijinalliğini muhafaza
ediyor. Bulunduğumuz noktadan Marmara adası ve biraz daha yakınındaki Hayırsız
ada çok net görünüyor. Dürbünle uzun uzun inceliyorum. Sanki elimizi uzatsak
tutatacakmışız gibi de yakın duruyorlar. Ne hayallerimiz vardı halbuki. Ah
şimdi oralarda olabilseydik… Aradaki 11 Millik açık denizi geçmiş olsaydık,
Adaların kuytusunda rüzgardan etkilenmeden dolaşıyor olacaktık. Kısmet
değilmiş, seneye İnşaallah.
Mürefte’nin tersine Liman,
Hoşköy’ün merkezinde. Bu bir avantaj. Çınar ağaçlarının altında soğuk bir
şeyler içiyoruz. Fener’den şehir merkezine yürürken yol boyundaki yazlıkların
hemen hemen denize sıfır yapıdığını, denizin hırçın dalgalarından korunmak için
de istinat duvarları ile inşa edildikleri dikkatimi çekti. Deniz o kadar
dövünmüş ki bir çok yerde bu istinat duvarları hasarlıydı. Çok rüzgar ve dalga
tutan yerlerde niye o kadar masrafa girilir de yazlık alınır veya yaptırılır
ki? Zaten tatil günlerin kısıtlı; tam o günlerde de rüzgar bir başladı mı ardı arkası gelmezse; denize
giremeden tatilin biter…
Patpat’lar
:
Yerli halkın evlerinin önünde
alçak tip traktörler dikkat çekiyor. Ağaçların altına girebilsin diye bunlar
tercih edilmiş. Bir de dikkati çeken patpatlar var. Bildiğimiz su motoruna ön
dingil ve arkasına da küçük bir römork monte edilmiş; olmuş sana çok maksatlı
araç. Motoru bahçede su çekmeye, ağaç altı sürmeye ve çapalamaya yararken;
akşam oldumu da arkasına römorku ilave edilip, aileyi evine taşıyor. Hem de
ufak tefek yük taşıma için birebirler. Plakasız dolaşıp duruyorlar; bir bakıma
eskinin eşekleri yerine. Tek sıkıntıları gürültüleri; bir patpat yanınızdan
geçene kadar kulağınızı sağır ediyor.
Niyetimiz Karadan gezimizi Uçmakdere’ye kadar uzatmaktı ama o günki gezi
bizi yormuş olmalı ki dönmeye karar verdik. Uçmakdere adı üstünde yamaç
paraşütçülerinin tercih ettikleri, iyi rüzgar alan yüksekçe bir yermiş. Başka
zamana İnşaallah.
Sallanmadan
Gecelemek…
Birkaç akşamdır teknede sallanarak
uyumak beni etkilemedi ama hanım için ağır geldi. Bir akşam da karada konaklayalım
istedik. Limanın karşısındaki bir otele geçtik. Yarım pansiyon, iki yataklı bir
oda 90TL. Ertesi sabah çatısındaki restaurant’dan limanı seyrettik; sıkı bir
kahvaltı yaptık. Limana girememiş üç direkli bir yelkenli tekne açıkta
demirlemiş, salınıyordu. Sonra öğrendik ki salması 5 metre imiş. Şarköy limanı
draftı dört metreden derin teknelere uygun değilmiş meğer. Bizim çeviz kabuğu
için hiç sorun olmuyor, seyyar salmayı çekersek 50 cm suya bile girebiliriz.
Mürettebat
Eksildi… (29.07.2009
Çarşamba)
Otelden tekneye döndüğümüzde gece gelen bir tekneye
yer açmak için baş halatlardan birinin yerini değiştirdiklerini gördüm.
Değiştirsinler de usturupla bağlamak lazım; pupadaki direğin üstünde bir silyon
feneri var; o yandaki teknenin bordasına çarpmış ve muhafazası kırılmış. Neyse
ki sadece bu kadar. Motor veya tekne de çarpıp hasar alabilirdi. Denizci işte
bunun için teknesinden uzaklaşmak istemez.
Balıkçılar Sahil Güvenlik
Komutanının beni çağırdığını haber verdiler. Her ihtimale karşı evrakımı yanıma
alıp gittim. Evrak ve emniyet tertibatının mevzuata uygun hazırlanması için epey uğraş
verdimiş, hatta bu yüzden sefere bile geç çıkmıştım. Mustafa Astsubayla
tanıştık, çayını içtik. Hava durumunu aldık. Bu havada limanda kalmamızı o da
tavsiye etti.
Bayan Meteorolojiden ve
yanımızdaki büyük teknelerden aldığımız haberler, havanın hafta sonuna
kadar böyle gideceği yönünde. Yani bizim
Ceviz Kabuğuna daha liman gözüküyor.
Hanımın artık canı sıkıldı, dönmek
istedi. Çarşamba günü öğleye doğru onu
otobüsle Gelibolu’ya uğurladım. Kaptan kaldı teknesi ile baş başa.
Teknede
Tamir Bitmez… (30.07.2009
Perşembe)
Yelkenlerle ilgilenememiştim; yer
yer sökük ve yırtıkları vardı. Başladım tamire. Orası, burası derken epey
zamanımı aldı. Flok, İnce Burun’da yediğimiz kuvvetli dalga esnasında kurtulmuş
ve çapariz vermişti; bu esnada üst kenarında önemli bir yırtık oluşmuştu.
Üzerine uygun parça kesildi, bally ile yapıştırıldı ve teğel dikişle dikildi.
Ayrıca, flok’un basılması ve
indirilmesi esnasında, baş istralya üzerine geçen plastik tutamakları tutukluk yapıyordu. Bunu
nasıl giderebilirim diye düşünürken mevcut malzemelerimden ona havuzluktan
komuta edebileceğim bir mayna tertibatı oluşturdum; makaralardan pruvaya;
oradan da flok’un üst ucuna giden el incesi halatı çektiğimde flok artık
kolaylıkla mayna edilmeye başlandı.
Ayrıca, flok’un direk üzerindeki
minik makarası da tutukluk yapıyordu. Direğe tırmanarak bu makaranın da
değiştirilmesini sağladım. Dönüş yolunda epey işe yaradı.
Meteorolojik haberler havanın Cuma
gününden itibaren düşeceği yönünde gelmeye başladı. Ben hala döneyim mi devam
mı edeyim, hala tereddütteyim. Ancak, meteorolojik haberler hafta sonu hava
yine yükselecek şeklinde olunca, işi tadında bırakmanın daha iyi olacağı
kanaatine vardım ve Cuma sabahı dönüş kararı verdim.
Dönüş
Yolu (31.07.2009
Cuma)
Sabah namazı ile kalktım ama çıkış
hazırlıklarım saat 07:30’a kadar sürdü. Hava poyrazdan bana göre pupadan veya
sancak kıç omuzluktan 2-3 kuvvetinde tatlı tatlı esiyor. Havanın düşmesini
bekleyen tekneler bir bir ayrılıyorlar. Daha limandan çıkmadan ben hem flok hem
de ana yelkeni açtım. Çıkar çıkmaz yelkenler rüzgarla dolmaya başladı. Pruvamda
İnce Burun var. Sürat biraz düşük
gelince takviye olması için motoru da çalıştırdım; şimdi adeta uçarak aşağıya
iniyorum. 2000 yılında da ikindi’den sonra Şarköy’den çıkmış ve böyle uçarak Gelibolu’ya
dört saat seyehat süresiyle, saat 21:00 sularında varmıştım.
Sürekli fotoğraf ve video
çekiyorum. İnce Burunu geçerken dalgalar yine kabardı; pupadan gelen dalga pek
rahatsız etmiyor ama tekneyi kaldırıp kaldırıp indiriyor. Dolayısıyla dalga da
teknenin hızına olumlu yönde etki ediyor. Dalga şimdi pruvamızda olsaydı kimbilir
ne rahatsız edecekti.
Dümen
İğneciğinin Önemi
Doğanaslan bankını geçerken yıllar
öncesinde tam bu mevkide kırılan dümen iğneciğimi hatırlıyorum. Kendime
komutlar vererek o dalgada nasıl yelkeni indirip motoru devreye alabildiğimi
düşününce ne kadar büyük tehlike atlatmış olduğumu anlıyor ve bana yardımcı
olan Allahıma şükrediyorum. Merakım iğneciğin dalgaların direnci ile mi
kırıldığı yoksa bu bölge haritalarda oldukça sığ gözüküyor; bir topuğa mı dokundum da kırıldı;
bunu hep merak edeceğim. Benim kanaatim,
üstteki iğneciğin orijinal paslanmazdan olmakla birlikte, alttaki
iğneciği pirinçten takmak zorunda kalmış olmamdan kaynaklandığı yönünde.
Sonradan alt iğneciğin kromdan imal orijinalini Rota firmasından edinmiştim.
Bu seyehate başlamadan önce Naci
hocadan moralimizi bozacak belki de seyehatten vazgeçmemize sebep olabilecek
bir haber aldım. Naci Hoca İstanbul’dan sabah saatlerinde çıktığı seferin,
Büyükçekmece açıklarında alabora olmuştu. Alobora olma sebebi ise dümen
iğneciğinin kırılmış olmasıydı. Anlattığına göre her şey beş dakika içinde
olmuş ve dümen boşa düştükten sonra yelkenlere müdahale edecek veya dümen
yerine kullanabilmek üzere kürekleri takmak için hiç fırsatı olmamış ve tekne
ters dönmüş. O rüzgarda teknenin altındaki tek çıkıntı salmaya tutunabildiğine
şükrediyor.
Bu haber hakikaten moralimizi bozdu;
hanımın haberi oldu ama diğer aile fertlerine duyurmadık. Ancak ben dümen
iğnecilerimiz için neredeyse yarım
günlük zaman harcadım. Her iki iğnecikte üçer adet paslanmazla vidalanıyor. Bu
defa, vidaları gözüme zayıf geldi; arkalarına takoz ve paslanmaz kilit bularak
gönlüme göre sağlamlaştırdım. Ancak yolda da gözüm hep üzerlerinde oldu;
sürekli üzerine binen yükü tarttım. Çok şükür sapasağlamdılar.
Naci hocanın iğneciklerini
hatırlıyorum; çok kalın malzemeden yapılmışlardı. Ancak bir şeyi gözden
kaçırmışız; kullanılan malzemede kaynak uyuşmazlığı olmuş; paslanmaz parça ile
demir parça kaynak edilmiş; sonuç hüsran. Halbuki Naci hoca da benim gibi kırk
kere ölçer bir biçer ama amatörler bazen bazı detayları atlayabiliyor ve sonuç
hüsran oluyor. Varsa orijinalinden hiç vazgeçmemek gerekir.
Gelibolu’da
Cuma
Hedefim Cuma namazına Gelibolu’ya
ulaşmak olduğundan yelken motor devam ettim; hem böyle 6-7 knot sürat de hoşuma
gitti. 12:30’da Gelibolu limanına giriş yaptım. Tekne neta edildi ve Kadı
İskelesi Camiindeyim; çok şükür.
Aileme sürpriz yapmak niyetiyle
önce söylemek istemiyordum ama yolda aradılar ben de saklayamadım, dönüş
yolunda olduğumu söyledim. Karşılama bandosu mu; neredeee…
Gelibolu’da
Burhanlı’ya
Gelibolu-Burhanlı arası o
girintili çıkıntılı koyları hep detaylı gezmeyi arzu ederdim. Daha önceleri
seyehatlerimde hep kıyılara uzaktan transit geçtiğimden, yakın olmasına rağmen
buralara denizden yaklaşmamıştım hiç; bu defasında fırsat buldum. Kalkavanların
tersane yapmak için satın aldıkları 800 dönümlük arazinin altları oldukça
sığmış; hatta bir ara epey açıkta olmama rağmen motorun kuyruğu dokundu tabana.
Hemen telaşla stop ettim; açığa alıp yine çalıştırdım. Sütlüce fenerine kadar
bu koy oldukça sığ; balıkçıların yaklaşamayacakları kadar sığ gözüküyor hatta. Bunun
yanında, şnorkelle dalarak zıpkınla balık avlamaya da çok uygun bir alan gibi gözüküyor.
Hava sakin, dip ayna gibi görünüyorsa, tehlikeleri göze alarak kenara yakın
seyehat etmeyi severim. O masmavi suları, kumu, kaçışan deniz canlılarını,
pervanenin dalgasıyla hareketlenen deniz dibi nebatatını seyretmek harika
oluyor. Bu nedenle de benim için draftı düşük tekneler ideal.
Hayalimdeki
Tekne
1990’ların başında sarp sınır
kapısının açılması ile hareketlenen ticaretten bir rus şişme botu almıştım.
Bununla evimizin önündeki burunda az izmarit avlamamıştık.
Sonra, bir Kurban Bayramı dönüşü
Sivas’a dönerken Babamla birlikte Tekirdağ Yelken kulübünden fiber bir tekne
aldık. Yaza hazırlık yaptık. Babam
tekneyi Geliboluya taşıttı; biz yola devam ettik. Bu ikinci teknemdi. Teknenin
formu sürat teknesi olduğundan başı aşağıda idi; dolayısıyla bağlı iken
sabahları bazen batmış bulurduk. Çünki gece süratli geçen gemilerin dalgalarına
başını kaldıramaz ve batardı. İtalyan malı bir de White Head marka motoru vardı
ki tamiri için uğraşmak kaç yaz tatilimi yemişti.
Tekne ararken, hem kürekle hem de motorla
yürütülebilen yelkenli bir tekne olsun, römorkla taşınabilsin, yüksek kenarlı
olsun ki boğazın yüksek dalgalarına baş verebilsin diyordum. Bu tecrübelerimle kriterlerini belirlediğim
bir tekne arayışında Rota’nın Martı modeline karar verdim ve ikinci elini satın
aldım 2000 yılında. O kadar doğru tercih yapmışım ki o tekne beni bugünlere
kadar taşıdı.
Şimdi sanıyorum yeni bir teknenin
zamanı geldi. Çünki hem aile büyüdü, hem de artık eşim de denizi sevmeye
başladı. Eğer imkanım olursa, yeni kriterlerim şunlar;
-
Yine
römorkla taşınabilsin,
-
Hareketli
salması olsun,
-
Kamara
içinde dik durulabilsin,
-
Duş
ve tuvaleti bulunsun,
-
Tabii
ki yelkenli bir tekne olsun,
-
Direk
kırılabilsin,
-
Motor
içten veya dıştan olabilir.
Bu kriterlere bakınca karşımıza
birkaç marka ve model çıkıyor; Mac Gregor, Sportiva, Jeanneau, Hunter gibi. Ama
benim için revaçta olan Jeanneau Sun Odyssey 24.2 modeli. Bu benim tüm
kriterlerime uyuyor neredeyse. Ne var ki Jeanneau bu modelin üretimini birkaç
yıl önce durdurmuş. Şimdi ikinci el bakmak kalıyor. İkinci elde de maalesef bu
modele hiç Türkiye kaynaklı
rastlanmıyor. Jeanneau ile görüştüğümde yıllar önce bu modelin bir tane
ithal edildiğini; o da Mustafa Sandal’da olduğunu söylemişlerdi. İkinci sırada
Mac Gregor var. İşçiliğini beğenmiyorum ama fonksiyonilitesi tartışılmaz. Bu
teknede tabana su alıp denge için kullanılıyor ve ister yelken yap, ister sürat
teknesi olarak kullan mantığı ile hareket edilmiş tam bir hafta sonu teknesi.
Hem sonra diğer tüm markalarda römorkundan denize atma ve çekme sorunlu olsada
bu marka için öyle değil; son derece kolay indirme bindirme yapılabiliyor. Bu
tekneyi Amerikalılar seri üretiyorlar. Türkiye piyasasında da bulma son derece
kolay. Kısmet.
Burhanlı
Drag burnunu dönünce baktım Babam
Kahveden çıkmış sahil boyu bağlanma iskeleme doğru geliyor. Çok şükür,
planladığım gibi olmasa da en azından tam bir haftamı teknemde denizlerin
üzerinde geçirdim. Hani derler ya kurtlarını döktün mü diye; eh işte az da olsa
döktüm… Darısı nice seferlerin başına.
Hulusi GÜLEN hulusigulen@yahoo.com
Çok güzel bir blog...Tesadüfen buldum...Zevkle okuyorum...Çok tşkr....
YanıtlaSil